13 Eylül 2011 Salı

“Yüz binlerce hayvan laboratuvarlarda sistematik zulüm görüyor”

Geçen hafta gazetelerde yer alan bir haber vicdan sahibi her okurun gözlerinin dolmasına neden oldu. Yeşil Gazete’de “İnsanlar cehennemi” manşetiyle yer alan habere göre Avusturya’da 30 yıl boyunca deney hayvanı olarak kapalı bir yerde hapis hayatı yaşatılan ve vücutlarına çeşitli virüs ve zehirler enjekte edilen şempanzeler, hayatlarında ilk defa açık havaya çıkarıldılar.

Şempanzeler ilk kez gördükleri gün ışığı karşısındaki şaşkınlık ve sevinçlerini birbirlerine sarılarak ve çimlerin üzerinde zıplayarak gösterdiler. Dayanabilenler bu dramatik olayın videosunu da seyredebilir.

Bu haberi yayınlayınca aklımız ister istemez bir kez daha hayvanların yaşadıkları acılara ve insanların hayvanlara uyguladığı eziyete takıldı. Bu eziyetin en ağır örneklerinden biri deney hayvanları üzerine uygulanıyor. İnsanların büyük çoğunluğunun tıbbın gelişmesi için, yani kendi çıkarları uğruna kaçınılmaz gördükleri hayvan deneyleri “insani” mi?

Bu soruyu Türkiye’de hayvan katliamlarına karşı ilk çocuk örgütlenmesinde yer alan ve çocukluk yıllarından beri hayvan hakları konusunda aktivistliğine devam eden, Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği ve Yeryüzüne Özgürlük Derneği üyesi Burak Özgüner’e sorduk.

Burak Özgüner bize hayvan deneylerinin iç yüzünü anlatırken, hayvan hakları hareketine dair ilginç değerlendirmelerde de bulundu:



- Avusturya’da 30 yıldır kapalı bir kafeste hapis tutulan ve gün ışığı görmeyen şempanzelerin açık havaya çıkartıldıktan sonra yaşadıkları sevince dair haberi ve videoyu görünce ne hisstettiniz? Bu haberin basında yer alma biçimi hakkında bir değerlendirme yapabilir misiniz?

Bu gibi örnekler, yani “emeklilik” halleri yok denecek kadar az. Nihayet kendilerine özgürlük bahşedilen şempanzelerin ne kadar sevindiği, tüm davranışlarından, vücut dillerinden, gözlerinden okunuyordu. Adeta bayram yapıyorlardı. Sevincim kursağımda kaldı diyebilirim, sevinç duygusu da hissedemedim aslında. Bu video bana, özgürlük hayaliyle yanıp tutuşan hayvanların durumunun vehametini hatırlattı yine, zaten deney görüntülerini izlediğinizde aklınızdan çıkması imkânsız. Ama endüstriyel kapitalizm, en acıklı, en berbat görüntüleri bile insanlara unutturabilecek bir “büyü”ye sahip.

Artık özgür olan şempanzelerle aynı geçmişi paylaşan, hatta çok daha beter muamelelere maruz kalan yüzbinlerce hayvan var laboratuvarlarda. Ve bu zulümden haberdar olup da rahatsız olan insanların birçoğu, ancak laboratuvar kapılarında eylem yapabiliyor ya da deneylerde yaşanan zulmü teşhir edebiliyor. Ama eylem yapılan o kapıların ardında her türlü acının, çaresizliğin, tarifsiz duyguların yaşandığı bir dünya var. Sistematik olarak zulme maruz kalan, tutsak edilen ve eminim ki bu şempanzelerin kavuştuğu özgürlüğün hayalini günbegün kuran, hiçbir canlının katlanamayacağı o koşullardan bir an önce kurtulmak isteyen hayvanlar laboratuvarlarda tutuluyor. Bu hayvanlar için “başka” şeyleri yapmayı göze alan insanlar da bu hayvanlar gibi olmasa da devletlerin yargı organlarınca haklarında karar verilip yıllarca tutsak ediliyor, politik bir duruş olarak seçtikleri vegan/vejetaryen beslenmelerine dikkat edilmiyor. Belki ben de bu hayvanların umudunu yitirttiğim ya da kurdukları hayallerin gerçekleşmesi için bir şey yapamadığım için, bu haberin videosunu izlediğimde kendime kızmaya başladım yeniden. Ne hissettiğim konusunda “tam olarak şunu hissettim” diyemiyorum…


Basının bu haberi verirken, bu hayvanlara bugüne dek ne gibi eziyetler yapıldığından, dünyada bu şempanzelerle aynı geçmişe sahip yüzbinlerce hayvanın laboratuvarlarda kesilip biçildiğinden, delirtildiklerinden de bahsetmesini isterdim. Birçok ana-akım medya kuruluşu, insanları rahatsız eder ya da bu konuda düşünmeye sevkeder diye bu tarz haberleri, sadece “mutlu son” haberi olarak servis etmeyi tercih ediyor. Zaten dünyadaki insanların birçoğu bu deney zulmünden habersizken haberlerin insanlara bu şekilde yansıtılması da hayvan deneyleri gerçeğinin sorgulanmasına engel teşkil ediyor bence. Yani, bu tarz haberlerle karşılaşan insanlar, tüm deney hayvanlarının özgürlüğe kavuştuklarını ya da emekliye ayrıldıklarını düşünüyor.

“Asıl bu tarz 'mutlu son'lar münferit.”

- Bu haber şempanzelerin yaşadığı bu ağır zulmün sanki münferit bir hadise olduğu izlenimini veriyor. Oysa durumun böyle olmadığını demin belirttiniz. Dünyada hayvan deneylerinin bugünkü durumu ve hayvanların laboratuarlarda yaşadıkları konusunda ne gibi bilgiler verebilirsiniz?

Kesinlikle münferit olması söz konusu değil, hatta deney hayvanlarının içinde bulunduğu durumu düşündüğümde bu hayvanların halen hayatta olmaları bile sevindiriyor insanı. Ama şunu kesinlikle söyleyebilirim; asıl bu tarz “mutlu son”lar münferit. Şu anda bu mevzudan bahsederken bile yüzlerce hayvan kesilip biçiliyor, doğranıyor, çok çok acı veren muamelelere maruz kalıyor, derilerini delik deşik eden ya da ortada deri diye bir şey bırakmayan maddeler kendilerine tatbik ediliyor, hayvanlar sinir ilaçları ve uyuşturucu maddelerle çıldırtılıyor, çeşitli uzuvların yerleri değiştiriliyor…

Silah endüstrisinin tahribat gücü ile ilgili deneylerin en can alıcı, can yakıcı uygulamaları bu hayvanların üzerlerinde uygulanıyor… Kozmetik deneylerinde, insanların güzelliği için piyasaya sunulan birçok ürünün testleri yine bu hayvanlar üzerlerinde yapılıyor: Örneğin bir göz farının göze nasıl etki edebileceğini görmek için tavşanların kafaları sabitleniyor, hareket edemeyen tavşanlar periyodik olarak bu testlere maruz bırakılıyor ve ne gibi reaksiyonlar verecekleri gözleniyor, bu yüzden tavşanların gözleri akıyor, kör oluyor. Örnekleri çoğaltabilirim, ama ne kadar anlatsam beyhude, insanlar en iyisi kendileri tanık olsun yaşanan zulme. Hayvanların çaresizliğine, mezalimine, üzerlerinde uygulanan muamelelerin görüntülerine internet ortamında kolayca ulaşabilirler. Bunun için arama motorlarına “vivisection”, “animal experiments” ya da “vivisection cruelty” yazmaları yeterli, internette binlerce video görüntüsü var bu konuda.


Son, genelde hep aynı oluyor, operasyonlarda, kesip biçmeler sırasında masada kalan ya da akıl almaz eziyetlerden bitap düşen hayvanlar doğru çöpü ya da krematoryumu boyluyor. Yani öyle bir “mutlu son” ya da emeklilik durumu söz konusu değil. Zaten “emeklilik” gibi bir durum söz konusu olsa bile, bu zulüm hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz, zulmün hiçbir türlüsü reva değil yaşayan canlılara…

 

- Hayvan üzerinde yapılan deneyler, yarattığı bütün bu sonuçlara ve bu haberde olduğu gibi insanların duygularını harekete geçirmesine rağmen vazgeçilemez şeyler olarak kabul ediliyor. Hayvan deneylerine karşı muhalefetin hayvan hakları hareketi içinde bile nispeten zayıf olmasını neye bağlıyorsunuz?

İnsanlar, mevcut sistemin içinde ve yine bu sistemin yarattığı, kendilerine dayattığı ahlâk sayesinde hak ihlallerini, insana, hayvana, doğaya yapılan her türlü ahlâksızlığı kendilerince meşrulaştırabiliyor ya da görmezden geliyor, kendisinin ve türdeşlerinin menfaatlerini kolayca öne çıkarıp acayip hesaplar yapıyor. Bu ahlâksız hesapların, nelere yol açtığını, açabileceğini; seçimlerinden, tercihlerinden ne gibi acıların, korkuların yaşanacağını umursamıyor. İnsanlar kendisini sorgulamıyor ki anlık olarak sorgulasalar bile hemen bir kılıf bulup düşünmekten vazgeçiyorlar.

Ben ise öncelik sıralaması yapmayı bırakın, insan hakları ihlallerinin doğaya ya da hayvanlara yönelik hak ihlallerinden hiçbir farkı olduğunu düşünmüyorum. Aklımıza gelen tüm ayrımcılıkların insanın kendisinin dışındakilerle kurduğu hiyerarşik ilişkilerden kaynaklandığını, bir kere ayrım yapmaya başladığımızda peşi sıra diğer ayrımcılıkların onu takip edeceğini düşünüyorum… Bu yüzden, ayrımcılık ya da ötekileştirme gibi mevzuları dert edinmiş toplumsal muhalefetin tüm kesimlerinin de hayvan hakları ihlallerine tepki vermesi gerektiğini düşünüyorum. Birçok muhalif birey, hayvan hakları meselesini “fasulyeden” gördüğü için hayvana uygulanan en beter zulüm örneğine bile ses çıkarmıyor ya da çıkaramıyor birtakım endişelerle; “yoldaşlarım beni ‘soft‘ diye damgalar” diye belki de…

Hakların kullanılabilirliğinin yüksek olduğu ülkelerde bu kadar olmasa da Türkiye’deki hayvanseverlerin ya da kendisini hayvan hakları savunucusu diye etiketleyenlerin büyük bir çoğunluğu da daha çok gözümüzün önünde cereyan eden hak ihlallerine seslerini çıkarıyor. Kimisi hayvan haklarını, sadece kedi-köpek hakkına indirgiyor; bazı hayvan derneklerinin hak ihlalleri konusuna öncelik sıralamasıyla yaklaştığını, mesela kürk konusunun, sokakta hayvan zehirlemeleri devam ederken kendileri için pek de önemli olmadığını basına verdikleri demeçlerden hatırlıyorum. Yine hayvanlara duyarlı kesimde yer alan insanların birçoğu, öncelik sıralaması nedeniyle değil ama ilgi alanlarına girmedikleri ya da “dert” olarak görmedikleri, kendilerine dokunmadığı için insan hakları ihlallerine de ses çıkarmıyor. İnsan hakları ihlallerine ses çıkaran birçok muhalif insanın, hayvan hakları ihlallerine ses çıkarmadığı gibi…

Zaten hayvan hakları ya da hayvan koruma derneklerinin hayvanlar ya da hak ihlalleriyle mücadele konusunda sağlamış oldukları bir fikir birliğinden de bahsedemeyiz. Çünkü bu derneklerin çoğu, biraz önce dediğim gibi tuhaf öncelik sıralamalarıyla hareket ediyor. Kimisi sadece sokak hayvanları ile ilgilenirken, kimisi kısırlaştırmayı bir çözüm olarak sunabiliyor; hayvanlara uygulanan diğer tahakküm biçimleriyle de çok az da olsa ilgilenenler var. Herkes, dışarıdan mücadelenin bir ucundan tutuyor gibi gözükse de öyle değil. Birçok ciddi fikir ayrımından, hatta kafa karışıklığından bahsetmek mümkün.

Bu derneklerden bazıları, cins olan evcil hayvanlara daha çok önem gösteriyor. Yani, hayvanı ırklarına göre değerlendirebiliyorlar, bir Terrier ırkına, sokak köpeğinden daha çok ilgi gösterebiliyorlar; genelde “bu ırklar, sokakta asla yaşayamaz” gibi bir argümanla yaklaşılsa da bu, kesinlikle mantıken doğru bir yaklaşım değil bana göre. Kürk endüstrisi, deneyler, endüstriyel hayvancılık, hayvanlı sirkler gibi konuları ikincil planda görenler var mesela. Neticede canlı, canlıdır. Duyarlıysak ve samimiysek ayrım da yapmamamız gerekir. Bu ayrıma, insan – hayvan ayrımı da dahil tabii…

Burada hemen aklıma, Türkiye’de faaliyet gösteren, insan hakları ve insanlara yardım etmek için kurulmuş bazı STK’lar geliyor: Filistin’e ya da Somali’ye yardım için seferber olabilirlerken, Türkiye’de cereyan eden hak ihlallerine, açlığa, yoksullaştırmaya, faşizan söylemlere maruz kalan insanlar için seslerini nedense kolayca çıkarmazlar, “yerli” bombadan bedeni parçalanan çocuğun “artık olmayan” durumu, onlar için pek de bir şey ifade etmez. Veya yine ayrımcılık için mücadele eden Mazlum-Der gibi kuruluşlar, bu coğrafyadaki toplum yapısını “bozacakları” gerekçesiyle, hak ihlalinin en şiddetlilerine maruz kalan eşcinsellerin E’sini bile telaffuz etmekten kaçınır. Bizdeki, hayvan koruma camiasındaki de buna benzer bir durum işte…

Hayvan deneyleri ucuza geliyor

- Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin alternatifi yok mu? Bu deneyler tamamen yasaklanırsa ne olur?

Birçok alternatif yöntem var. Ama şu anda herhangi bir tıbbî uygulama veya yeni üretilen bir ürünün çeşitli kurullardan geçip eczane rafına ulaşması için bu deneyler ön şart olarak koşuluyor. Özellikle tıp endüstrisi, bu sektörde çalışan firmaları, istenmeyen sonuçlardan hastalara karşı korumak ya da savunmak için bu deneyleri kanıt olarak gösteriyor. Firmalar, ürünlerini piyasaya sürmek için bilmem kaç tane hayvan üzerinde denenmiş olması ön şartını yerine getirmek için önce hayvanları kullanıyor, ardından da ilaçların insan üzerinde denenmelerinin vakti gelmiş oluyor. Genelde “üçüncü dünya ülkesi” diye tanımlanan devletlerin vatandaşları ya da hükümlüler üzerinde deneniyor yeni yöntemler ve ilaçlar. Tüm bu deneme evreleri geçildikten sonra bile piyasaya sürülen ilacın, ilk olarak hastaya verilişi de deneysel oluyor tabii, bu gibi ilaçlarda asla olumlu kesin bir sonuç beklenmez zaten.

Günümüzdeki teknolojik imkânlarla artık ne hayvan ne de insan üzerindeki deneyler gerekli durumda. Ama maliyet söz konusu tabii. Ve bu maliyet konusu da hayvan deneylerinin etik dışılığı konusunda tıp endüstrisinin en sağlam dayanağı gibi gözüküyor. Ancak hayvan deneylerinin dışında olan, bilinen metotlar denenmediği sürece bu maliyetin düşmeyeceği de aşikâr. Zaten en “pahalı” hayvan bile bu yeni yöntemlerin karşısında ucuz kalmakta. Sonuç olarak, insanlara da hayvanlara da yararı olmayan, demode ama ucuz metotların kullanılmasında ısrar ediliyor. Hayvanın hastalıklara vereceği reaksiyonla, insanınki farklı; hastalıklar ve hastalıkların formları vs. farklı. Bu nedenle bu deneyleri güvenilir de bulmuyorum, bu hayvan deneyleri yüzünden kim bilir kaç insan hayatını kaybediyor?

Bu kanlı araştırmaların yasaklanması da bir hayli zor gözüküyor. Devletlerin sorumlu olduğu dünyadaki savaşlar nasıl engellenemiyorsa hayvan deneylerinin bitirilmesi de çok zor. Çünkü, ilaç endüstrisi, dünyadaki en büyük ekonomilerden biri. Bugün gözünü kırpmadan çeşitli hastalıklar yaratılıp nasıl piyasaya sürülüp bu hastalıklara çare diye çeşitli ilaçlar pazardaki yerini alıyor ve insanlar harcanabiliyorsa hayvanlar da bu kanlı sektörün kurbanı haline gelmiş durumda…


- Hayvan deneylerinin dışında da hayvanlar üzerinde ağır şiddet ve zulüm uygulanan sirkler, yunus parkları, hayvanat bahçeleri de hala varlığını koruyor. Dünyada ne kadar hayvanın bu tür bir esaret içinde yaşadığı belli mi? Sizce insanların bu gibi gösterilerden vazgeçmemesinin bedeli nedir?

Dediğiniz yerlerde yüzbinlerce hayvanın her tür yaşamsal ihtiyaç ve temel haklardan yoksun bir şekilde tutsak edildiğini biliyorum, ancak bu tür istatistikî bilgiler benim için pek bir şey ifade etmiyor açıkçası. Bir canlı bile hak ihlaline uğruyorsa bu sorgulanması gereken bir durum olmalı. Ayrımcılığın her türlüsünün altında yatan şeyin, kaynağın da sorgulanması gerekiyor. Sizin de bahsettiğiniz gibi, insanların, hak ihlalleri için “münferit” olaylar demesi kendimizi sorgulamamızın anında önüne ket vuruyor zaten.

İnsanlar, kötü niyetli olmasa bile, hayvanların sömürüldüğü, haklarının istismar edildiği yerlere gidiyor; kürk giyebiliyor; kendilerine rahatsızlık verdiği için sokak köpeklerini şikâyet edip barınaklara tıktırabiliyor, et, süt vs. tüketebiliyor… Mesela et yiyen insanların çoğu kanlı mezbaha görüntülerini, hayvanların çırpınışlarını görünce duygusallaşıyor, hatta kimileri ağlıyor, kimilerinin ise midesi bulanıyor, birtakım duyguları tetikleniyor. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, her zaman aynı sonu paylaşan, acıyla, korkuyla, eziyetle alıkonulan, çaresizlik duygusuyla yaşamaya mahkûm edilen hayvanlara acıyor. Ama ne olursa olsun alışkanlıkların, geleneklerin pençesinden kurtulamıyorlar.

Bu, tıpkı savaş çıkaran devletlere sorgusuz sualsiz biat eden vatandaşların haline benziyor. Savaş nedeniyle bombalanan bir ülkede vücudu parçalanıp uzuvları etraftan toplanan bir çocuk için “Aaa, bizim devlet bunu yapmaz, bu diğer devletin yalanı” deyip kendisini kandırmasına ve bu olayı zihninden silmek istemesine benzemiyor mu? Ya da İslamî veya koşer usule göre kesilirken çırpına çırpına can veren hayvanların görüntülerini görünce Müslüman ya da Musevi insanlar, “bu, dinî usul değil, dinimiz hayvana acı çektirmemeyi buyurur” deyip hemen kendisini aklamaya çalışmıyor mu?

Bilinçlice olsun ya da olmasın, insanlar tüm bu yaptıklarıyla hayvanları ötekileştirmiş, onları, hakları olan bir canlıdan ticarî mal statüsüne indirgeyerek ve her koşulda sömürülebilecek varlıklar olarak görerek her türlü zulmü hayvanlara reva görmüş oluyor, -çoğunlukla da bilinçli olarak-. Bilinçsiz olanlar için pek bir şey söyleyemeyeceğim ki illa bir şeylerin bilincine varmak için perde arkasında yaşananları da görmeye gerek yok. Ancak bilinçli olarak hayvansal ürün tüketen ve hayvanların sistemli bir şekilde zulme uğradıkları yerlere giderek bu zulme destek olanlar için birçok şey söyleyebilirim, çünkü seçim yapmak kendi ellerinde. Bu insanları vejetaryenliğe ya da veganlığa davet etmek gibi bir önerim kesinlikle yok, ama kendilerini sorgulayarak kendilerine ve sisteme karşı ne cevap vereceklerine karar vermelerinin, bu dünya için büyük önem taşıdığını belirtmeliyim.

Şiddeti ve zulmü olumlayan, kendi estetik beğeni ve algılarının dışında kalan tüm canlıları öteleyen, bu canlılar hakkında kesin yargılara varıp onları etiketleyerek harcanabilir ve tüketilebilir kılan bu sistemin bir parçası olmayı bilinçlice isteyenlerin, kendilerine “insan” adı takmış olmaları kendileri için bir şeyler ifade etse de benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Ancak, bu vurdumduymaz tavır sadece kendilerini etkilemiyor, dolayısıyla bu “insan”lar, kendilerine dayatılan ya da çıkarları gereği benimsemiş oldukları bu “ahlâk”ı yaratan sistemin ve toplumun içinde, diğer canlılarla birlikte yaşadığı sürece davranışlarından ve şiddeti körükleyen, canlılara zarar veren söylemlerinden sorumlular, istedikleri kadar inkâr etseler de…  Bu inkâr, kendince meşrulaştırma, sınıflandırma gibi söylemler ve davranışlarla, yani doğa ve canlılar üzerinde kurdukları bu hiyerarşik ilişkiler zinciri nedeniyle bugün neredeyse yaşanılmayacak bir dünyanın eşiğine gelmiş durumdayız.

Her şey birbirine bağlı

- Hayvan hakları ihlalleriyle yaşanan ekolojik kriz arasında bir bağlantı kuruyor musunuz? Siz bu sorunların çözüldüğü bir dünya hayalini nasıl tarif edersiniz?

Kesinlikle, her şey birbirine bağlı. Hayvan hakları ihlalleri ile sadece ekolojik kriz de bağlantılı değil. Tüm hak ihlallerinin kaynağı aynı. Kadın cinayetleri, salt kadınlık durumundan ötürü kadınların taciz ve tecavüze uğraması, trans bireylerin nefret cinayetlerine kurban gitmesi, insanların sokakta yürürken bile ana dillerini konuşamamaları; aklınıza gelebilecek, son yıllarda artan nefret suçları ve cinayetleri… Hepsinin altında yatan zihniyete baktığınız zaman, tamamının birbirine benzer, birbiriyle örtüşen, hatta aynı olduğunu görebilirsiniz.

Bugün, zorunlu çalışma sisteminin, kapitalizmin yarattığı kıstırılmışlık duygusundan mıdır, yoksa insanın sanki genetik olarak aktardığı bir huy mudur, bilinmez, ama herkes herkese, birbirine, etrafına, komşusuna, sokağındaki hayvana, ağaca, dişini geçirebildiği her şeye hükmetme peşinde… İnsanların bu hale nasıl geldiklerini sorgulaması gerekiyor, “ben böyle rahatım” diyorlarsa da kendi yarattıkları cinnet toplumunda öğütülmeye ya da tahammülsüz bir adamın kurşunuyla ölmeye mahkûmlar.

Doğa da tıpkı insanlar, hayvanlar gibi, aynı tahakküm ilişkileri sayesinde, alabildiğine sömürülüyor bugün. Ama “en görünmez” olarak sömürülüyor; hakkını arayamadığı, tepkisini “görünür” bir şekilde ortaya koyamadığı için. Dinlerin de etkisiyle, insanlar, “doğa ve hayvanlar, insanlar için yaratılmıştır, insana hizmet etmek için varlar” şeklindeki, insanmerkezciliğin temellerini oluşturan bu zihniyetle birlikte, doğayı, sömürülecek bir açık pazar haline getirdi, sanırım bu saçmalık yüzünden sona doğru yaklaşıyoruz, herkes her şeyi tüketme derdinde…

Bugün Türkiye’nin dört bir yanında kurulan, yapılan ve proje halinde olan HES’ler, termik santraller, nükleer santraller ve maden arama çalışmalarıyla ne hayvanın ne de insanın yaşayabileceği bir doğanın kaldığından bahsetmek mümkün. Yabani hayvanların, kırsal bölgelerde yaşayan insanların yaşayabileceği, beslenebileceği tek bir delik kalmayacak yakında. Bunun son örneğini, Erzurum İspir’de ve Kars’ta yaşanan ayı saldırılarıyla gördük. Şirketler, saldırmadık, istila ve işgal etmedik yer bırakmadı devletin de desteğiyle. Ve insanlar, doğayı kendi mallarıymış gibi gördüğü ve “toprağımız, suyumuz, hayvanımız” dediği sürece o bölgede etkili bir yerel direniş de sağlanamayacak. Sağlandığı anda zaten devlet eliyle bastırılıyor, bunun da son örneğini Gerze’de ve Tortum’da gördük. Dünyanın her yeri bu örneklerle dolu, her gün duyuyoruz ve takip ediyoruz. Ancak, özellikle son dönemde, Türkiye, hak ihlalleri açısından diğer devletlerle yarış halinde. Doğayı, hayvanları ve insanların bu denli harcanabilir ve tüketilebilir kılındığı nadir dönemlerden birinde yaşıyoruz.

Bu kadar ekolojik tahribattan sonra, insan da dahil olmak üzere her şeyin “tüketilebilirlik” üzerinden tanımlandığı bir dünya, nasıl yaşanılabilir kılınır, bilemiyorum açıkçası. Medeniyet dediğimiz hadise devam ettiği sürece böyle bir hayal kurabilmek zor bence. Ancak, yakında gelmesi kaçınılmaz olan malum sonu, geciktirmek de kendi elimizde. Öncelikle kendimizi sorgulamalı ve sisteme karşı ne cevap vereceğimizi belirlemeliyiz. Doğayı ve hayvanları mal olarak görmekten, canlılara hükmetmekten, yaşama karşı suç işlemekten vazgeçmeli insanlar. İnsan, hayvan, doğa demeden her şeyi öğüten, insanlara aşıladığı ahlâk anlayışıyla insanı bir “canavar”a dönüştüren sistemin içinden kendisini çekip kurtarmalı; insanları öldüren, hakları yok sayan ve kısıtlayan “genel ahlâk”ı reddetmeliler. Belki tahakkümcü değil, dayanışmacı olursak, “öteki”nin, berikinin halinden anlayabiliriz, sosyal yaşam da daha yaşanılır hale gelebilir belki.

- Sizce hayvan özgürlüğü ve hayvan hakları hareketlerinin en önemli gündemi ne olmalı?

En önemli gündem, gündemsizlik olmalı bence. Gündem dediğimizde, öncelikler çıkıyor ortaya. Hayvan hakları konusundaki en önemli eksiklik, söylemin sağlam olmayışı, Türkiye’de ortak bir şekilde sağladığımız bir karşı duruş yok. Son derece uzlaşmacı mücadele yöntemleriyle hayvan haklarının korunduğu, devlete baskı uygulandığı iddia ediliyor. Ama ben böyle bir şey göremiyorum ortada. Devletin sıkıştırıldığı, dilekçelerle bürokratların başının ağrıtıldığı doğru, ama devlet sıkıştırılmaya hiç gelmez. Birtakım önlemler aldığını iddia ederek hayvanseverin sesini susturur, hayvanseverler de bu önlemlerden tatmin olup devleti alkışlar, ama devlet, bir anda saklı tuttuğu yetkisini kullanıp “sorun”u kökünden halleder, öldürür geçer. Sokak hayvanlarının toplu kıyımı konusunda bunun da örneklerini yaşadık; Bandırma’daki devlet barınağında 200′den fazla köpek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Hasdal Barınağı’nda da 50′den fazla yavru köpek bir gecede boğazlandı.

Hiçbir öncelik tanımadan, bütün hak ihlalleriyle eşit bir şekilde mücadele edilmeli. Sonuçta, laboratuvarlarda; barınaklarda; sirklerde; mezbahalarda; hayvanat bahçelerinde; entegre hayvan çiftliklerinde; yunus gösteri/terapi merkezlerinde; hayvan dövüştürülen arenalarda; canlı hayvan nakliyelerinde; içinde hayvanların olduğu çeşitli dini ayinlerde, bayramlarda; süt çiftliklerinde; yün endüstrisinde vb. yerlerde hayvanların çektiği acı aynı. Sokak hayvanları sürekli gözümüzün önünde diye daha çok onların hakkını savunmak, diğer türdeki hayvanların haklarını sadece laf üreterek korumaya çalışmak ya da bu konularda susmak da başlı başına bir ayrımcılık. Bu sığ bakış açısına artık bir son verilmesi gerekiyor.

“Devlet, hayvana 'çöp' muamelesi yapıyor”

- Hayvanların haklarına dair nasıl bir gelişme içinizi biraz olsun ferahlatırdı?

Hayvanlar konusunda içim ancak dediğiniz gibi “biraz” ferahlayabilir. Çünkü, medeniyet sonlanmadığı ve insanlar sıkı sıkıya bağlı oldukları bu tahakküm ilişkilerini sorgulamayıp bunlara bir son vermediği, hatta kendilerini bu şekilde ifade ettikleri sürece ne hayvanların, ne insanların, ne de doğanın nefes alabilmesi mümkün.

Mesela devlet, tüm hayvanların üzerinden elini çekse büyük ölçüde içim rahatlayabilirdi. Çünkü devlet, hayvana “çöp” muamelesi yapıyor, belediye barınaklarının içler acısı halini bugün bilmeyen yoktur sanırım. Devletin bu bakış açısı değiştirilemeyeceği için, belediye barınaklarında, müşahade yerlerinde yaşanan mezalim hiçbir şekilde son bulmayacak. Hayvanseverlerin en “insanî” yöntem diye Hayvanları Koruma Kanunu’na zorla soktukları kısırlaştırma uygulamaları nedeniyle bugün neredeyse sokaklarda hayvan kalmadı.

Devlet, ihaleler açarak böcek ilaçlama firmalarını, hayvan toplama, aşılama, kısırlaştırma uygulamaları konusunda yetkilendirdi. Yeni bir rant kapısı doğmuş oldu, herkes memnun, hatta hayvanseverler bile. Ama hayvanlar kan ağlıyor. Bu firmalarda çalıştırılan veteriner hekimlerin çoğunun, cerrahî ve klinik deneyimleri neredeyse yok denecek kadar az. Mevzuata dayandırılarak ciddi hak ihlalleri yaşanıyor yıllardır ve adına “rehabilitasyon” deniyor. Hayvan haklarını koruma iddiasında olan hiçbir kişi, böyle bir yanlış tanımlamayı, uygulamayı kesinlikle kabul edemez. Bugün sokak hayvanları, kapsamlı bir soykırım yaşıyor. Genel sağlık durumuna bakmadan, hasta, yaşlı, yavru demeden hayvanlar sokaklardan binbir eziyetle toplanıp kısırlaştırılıyor, kesilip biçiliyor. Hayvanlar masada kalıyor, ameliyat sonrasında tonla komplikasyon (dikiş açılması, ciddi enfeksiyonlar vb.) yaşanıyor. Bu konuda çekilmiş gizli çekim görüntülerini herkes kolaylıkla izleyebilir internetten.

Yaban hayvanları açısından da cinayetler mevzuatla meşrulaştırılıyor. Avcılığın, yaban hayvanları için bir “seleksiyon” olduğu yalanı devletçe onaylanıyor. Devletçe üretilen vahşi hayvanlar, devletin avlaklarına avcıların vurması için salınıyor. Kürk çiftlikleri, petshoplar, Türkiye sınırlarından giren hayvanlı sirkler vs. için devletin yasaları, zulmü ve katliamı sadece meşrulaştırmaya yarıyor. Hayvan için çıkarılan mevzuatın neredeyse hiçbir maddesi, hükmü hayvan menfaatine değil. Ama suç burada devlette değil, çünkü devletin hayvana bakış açısı yıllardan beri belli. Bu nedenle uzlaşmacı bir tavırla hayvan menfaatine bir karar alınmasını beklemek de saflıktan ya da kendini oyalamaktan başka bir şey değil.

Her türlü hayvan endüstrisi ve tahakküm çeşidi, niyetler ve koşullar itibarıyla mevzuat sayesinde yasaklanamayacağı için geriye tek bir seçenek kalıyor. Uzlaşmacı mücadele yöntemlerinin terkedilmesi, kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilen hayvanların bireysel çabalarla kurtarılarak haklarının korunması ve gerektiğinde hayvanların koruma altına alınması için her türlü bireysel ve kurumsal şiddetin ulaşamayacağı tesislerin kurulması hayvanlar için büyük önem taşıyor. Hayvanlar, zaten devletçe bile tanınmış, var olan haklara sahip. Bu hakların varlığının ya da yokluğunun, esnekliğinin tartışılması, yaşama karşı büyük bir saygısızlık. Dolayısıyla ben bu konudaki pazarlık, uzlaşma gibi girişimleri son derece anlamsız ve gereksiz buluyorum.

“Sadece hayvan menfaati”ni düşünen kişi ve kurumlar, hayvanlar yararına birtakım girişimlerde bulunabilir. Bu nedenle devlet, hayvan konusundan bir an önce elini çekmeli, insan-hayvan çatışmasını körüklemeye bir son vermelidir.

Daha fazla bilgi için Yeryüzüne Özgürlük Derneği manifestosunu, Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği tanıtım yazısını ve HYHKD sitesinde yer alan videoları inceleyebilirsiniz.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

URL:
http://www.yesilgazete.org/?p=35038