31 Mart 2010 Çarşamba

Abant'ta Çevre Tahribatı

Abant tabiat parkı çevresinde 70’inin sadece bu bölgeye özgü endemik 1222 canlı türü barındıran Türkiye’nin en önemli doğal parkları arasında. Abant’taki doğal dengeyi bozan uygulamalar ise Tabiat Parkı’nın Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nden alınıp, Bolu İl Özel İdaresi’ne devredilmesiyle başladı.


İlk olarak göl yüzeyinin genişletilmesi ve göl çanağında daha çok su tutmak amacıyla göl tahliye kanalının önüne set inşa edildi. Set nedeniyle su seviyesi yükseldi, çevredeki yaklaşık 300 çam ağacı sular altında kaldı. Ardından kökleri su ile kaplı ağaçlar, kuruma tehlikesi ile karşı karşıya kalınca, suyu tahliye etmek yerine, Tabiat Parkındaki doğal yamaçlar kazındı. Yapılan işlem, erezyona ve ağaçların kurumasına zemin hazırladı. Pek çok canlının da kara ve su arasındaki bağlantısı engellendi, sulak alandaki yaşam alanı tahrip oldu.


Parktaki doğa tahribatı bununla da kalmadı. Abant’ta yapılan çalışmalar, gölün güneyinde yer alan Örencik yaylasını da etkiledi. Yaylada sular birikti, küçük Abant oluşturulması sonucu bölgedeki endemik bitkiler sular altında kaldı. Endemik orkide, Ankara Çiğdemi ve Kar Çiçeği gibi türler yok olma tehlikesi altında.


ODALARDAN ORTAK TEPKİ
TMMOB Makine Mühendisleri Odası, İnşaat, Ziraat, Harita ve Kadastro Elektrik Mühendisleri, Mimarlar Odası Bolu İl Temsilcilikleri ile TEMA Bolu İl Temsilciliği, Bolu Çevre Derneği, Çevre İçin Hekimler Derneği ve Bolu Tabip Odası tarafından ortak bir açıklama yapılarak, uygulamalara tepki gösterildi.


Çalışmaların hiçbir planlamaya dayanmadığının belirtildiği açıklamada şöyle denildi: Öyle ki hesapsızca yükseltilen beton set, deneme yanılma yoluyla yanlış görüldükten sonra kepçelerle kırılarak ve kesilerek alçaltılmaya çalışılmıştır. Ne var ki tıpkı göl etrafındaki yolun, adeta bir havaalanına dönüştürülmesi gibi, bütün bu yapılanlar kontrolden çıkmış bir hatalar zinciri şeklinde birbirine çoğaltarak devam etmektedir. Abant Tabiat Parkı ve Küçük Abant denilen alanda sürdürülmekte olan, içinde hiçbir doğa bilimcinin bulunmadığı çevreye zararlı inşaat uygulaması derhal durdurularak havzanın gerçek doğal ekosistemine yeniden kavuşturulması sağlanmalı.


YETKİLİLER KAYITSIZ KALIYOR
Bölge halkı ve meslek odası temsilcilerin bir araya geldiği toplantıda da uygulamalar eleştirildi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi. Biyoloji Bölümü Hidrobiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Okan Külköylüoğlu bilime aykırı yapılan çalışmaların birçok canlı türünün sonunu hazırlayacağı söyledi. Külköylüoğlu “Her bulunan boşluğun suyla doldurulmaya çalışılması doğru değildir.” dedi. Bölgelerinde gölet istemediklerini ve Abant’ta gizli kıyım yapıldığı belirten Örençik Köyü Muhtarı Tevfik Türe ise “Sadece Örencik Yaylası değil, Abant Gölü’nün korunması gereklidir. Biz resmi kurumlara defalarca yazı yazdık, ağaçları mühürlemeden kıydılar tutanak tuttuk ama hiç birisinden geri dönüş olmadı.” dedi.


Kaynak: Birgün

Tecavüzcüler Yargı Yolunda, Davaların Takipçisi Olmaya Devam Edeceğiz!



FeministBiz: “Tecavüz var, davası yok, davası var, cezası yok, cezası var hükmü yok, hükmü var, infazı yok!”


Bu sabah Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü'nün önündeydik. Takipçisi olduğumuz iki tecavüz davasında yargının verdiği çelişkili kararlar sonucu tecavüzcülerin korunmasına karşı, erkek adalete karşı, kadının beyanının hiçe sayılmasına ve sistemin kadınlara tekrar tekrar tecavüz etmesine karşı toplandık ve yüreklerimizi ferahlatan bir karar çıkmasının mutluluğunu yaşadık!


Muğla'da gerçekleşen bir toplu tecavüz vakasında, Adli Tıp'tan alınan, mağdurun ruh sağlığının bozulmuş olduğuna dair rapor, Fethiye Cumhuriyet Başsavcılığı ve Muğla 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hiçe sayılmış ve tecavüzcüler yargılanmamıştı. Dosya, Kanun Yararına Bozma Talebi ile Adalet Bakanlığı'nın önüne gelmişti. Öte yandan, hakkında birçok cinsel saldırı suçlaması olan Şahin Öğüt'ün davalarından bir tanesi hakkında verilen 20 yıllık mahkumiyet kararı Adli Tıp Kurumu'ndan rapor alınmaması gerekçesiyle bozulmuştu. Yargının verdiği, birbiriyle çelişen kararların ortak noktası ise tecavüzcünün korunmasıydı ve yargının erkek yapısı bir kere daha gözler önüne serilmişti.



Basın açıklamamızı bitirdikten sonra gelen haber ise hepimizin yüzünü güldürdü. CMK 309. maddeye göre Adalet Bakanlığı, takipsizlik kararına karşı yapılan itirazın kaldırılması talebini ve dosyayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Kararda şüphelilerin zorla cinsel tacizleri neticesinde mağdurenin ruh sağlığının bozulduğu hususunun dikkate alındığı belirtiliyor. Bu kararla, Muğla'daki tecavüz çetesine karşı yargı yolunun açılmasına dair bir adım atılmış oldu. Şimdi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı kararın bozulma nedenlerini aynen yazarak kararın bozulması istemini içeren yazısını ilgili Yargıtay Ceza Dairesine sunacak. Yargıtay Ceza Dairesi ileri sürülen nedenleri yerinde görürüse kararı bozacak. Yani son sözü Yargıtay söyleyecek. Yargıtay'ın olumlu karar vermesi durumunda, Muğla 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin önceki kararında direnmesi mümkün olmadığından kamu davası açılacak ve şüpheliler yargılanacak. Açılan yargı yolunun tecavüzcülerin cezalandırılmasıyla sonlanmasını istiyoruz. Davanın takipçisi olacağımızı ve tecavüzcüleri koruyan, kadınları ise tekrar tekrar mağdur eden kararların karşısında durmaya devam edeceğimizi bir kez daha duyuruyoruz.


Kaynak: FeministBiz

28 Mart 2010 Pazar

Antik Kentte Yeni Tehlike

Birinci derece Arkeolojik Sit alanı olan İzmir Bergama’daki Allianoi Antik Kenti sular altında bırakacak olan Yortanlı Barajı’nın yerinin değiştirilmesi ve Allianoi’nin sular altında kalmasının önlenmesi için açılan davalar devam ederken, yeni bir iddia ortaya çıktı. Antik kenti korumak için kurulan Allianoi Girişim Grubu üyelerinden Avukat Arif Cangı ve Doç. Dr. Ahmet Yaraş, 10 Nisan’da baraj kapaklarının kapatılacağı ve bu işlem öncesi tarihi eserlerin korunması ihalesinin de Koçoğlu Holding’e verildiği yönünde duyum aldıklarını ancak, her iki duyumu da resmi olarak doğrulatamadıklarını açıkladı.


‘GELİNEN SÜREÇ HUKUKA AYKIRI’

Doç. Dr. Yaraş, davaların sürdüğü sırada baraj kapaklarının kapatılmasının ve barajın su ile doldurulmasının yasal olmadığını belirterek, seçimler öncesi Allianoi’nin oldu bittiye getirilmek istendiğini söyledi. İhaleyle ilgili net bir bilgi alamadıklarını dile getiren Yaraş, “Eğer böyle bir ihale yapılmışsa bu ihaleden kimsenin haberinin olmaması ilginç olur. Çünkü ihaleler açık bir şekilde yapılır. Aksi halde ihalenin gizli kapaklı yapıldığı kanısı ortaya çıkar. Şu anda bu duyumların doğru olup olmadığı yönünde çabalarımız sürüyor. Ancak maalesef muhatap bulmakta zorlanıyoruz” dedi.

Cangı ise, “Tarihi eserlerin korunması adı altında mimlenmesi yasal değildir. İdari Mahkeme’de açtığımız dava hala sürüyor. İptal kararı çıktığında ‘artık baraj faaliyet gösteriyor, tarihi eserler mimlendi’ bahanesiyle iptal kararı yok sayılacak” diyerek usulsüzlüğe dikkat çekti.

1970’li yıllarda projelendirilen, ancak inşaat ve uygulamasına başlanmayan Yortanlı Barajı’nın su toplama havzasında bulunduğu için, Antik kente ilişkin yapılan kurtarma kazıları 1998 yılında başladı. İzmir 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 2001’de ‘Birinci Derece Arkeolojik Sit Alanı’ olarak ilan edildi. Ancak bu gelişme sonrası Devlet Su İşleri (DSİ), kurul kararına rağmen, yıllardır uygulamasını yapmadığı barajın ihalesini yaptı ve hızla gövde inşaatına başlandı. 2005’te ise Allianoi’nin korunması için çözüm bulunana kadar barajda su tutulmamasına karar verildi.

Koçoğlu Holding, ihalelerde ‘nam’ salıyor

İddialara göre antik kentteki tarihi eserlerin korunması için ihalenin verildiği Koçoğlu Holding, adını Bolu’da düşen ve iki pilotun ölümüne neden olan Sağlık Bakanlığı’na bağlı ambulans helikopter ile duyulmuştu. Helikopterin düşmesi üzerine gözler, hizmet alım ihalesine çevrilmiş ve ihale sürecinde ilginç tartışmaların yaşandığı ortaya çıkmıştı. İhaleye katılmak isteyen firmalar, Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile görüşerek, ihale tarihinin global ekonomik krizi ve AKP hakkında açılan kapatma davasını gerekçe göstererek, 20 gün ertelenmesini istemişti. Fakat Koçoğlu Holding tekliflerinin hazır olduğunu belirtmişti. Bakanlık erteleme talebini reddedince ihaleye sadece Koçoğlu Holding katılmıştı. 17 helikopter için 135 milyon euroluk teklif veren Koçoğlu Holding böylece ihaleyi kazanmıştı. Bunun üzerine firmalar, ihalede haksızlık yapıldığı gerekçesiyle ihaleyi itiraz etmişti.

Kaynak: Ekolojistler.org

27 Mart 2010 Cumartesi

Loç'ta Köylüler HES Yapımcılarını Konuşturmadı

Cide İlçesi Loç Yöresi'ne yapılması düşünülen hidroelektrik santralinin yetkilileri, çevrede açmaya çalıştıkları taş ocağının İl Genel Meclisi’nce reddedilmesinden sonra, köylülere Çed Raporları konusunda bilgilendirme toplantısı yapmak istediler.

Çevre ve Orman Bakanlığı temsilcileri başta olmak üzere birçok kamu kurum ve kuruluşunun temsilcilerinin de katıldığı bilgilendirme toplantısına katılan halk, firma yetkililerinin konuşmasına izin vermedi.

Orya Madencilik adlı şirket yetkililerinin konunun HES ile ilgili olmadığını, açılacak kum ve çakıl ocağı ile ilgili olduğunu bildirmelerine rağmen, köylüler ikisinin ayrı ayrı düşünülemeceğini, sonuçta her şeyin HES inşaatı için yapılacağını bildiklerini ve bu konuda kimseyi konuşturmayacaklarını yetkililere bildirdiler. Bunun üzerine bakanlık temsilcileri, görüşleri ilgili bakanlığa bildirilmek üzere köylülere ve HES’i protesto için gelenlere söz verdi ve her konuşma kayıt altına alındı. Tüm konuşmacıların ortak konusu; bu Bölgenin Milli Parklar sınırları içinde olduğu, dünyaca ünlü Valla Kanyonu çıkışında bulunduğu, bu güzelliklerin yok edilmemesi gerektiği, kendilerine nasıl atalarından kaldıysa, kendileri de çocuklarına öylece bırakmak istediklerini, sonunda karşımıza askeride çıkarttıklarını ve en önemlisi de İlgili şirketin köyde bazı kişileri yanına alarak aralarına nifak soktuklarını söylediler.

Açtıkları döviz ve pankartları ile birlikte sık sık sloganlar atarak, çatal kaşık ve tencereleri birbirine vurarak firma yetkililerinin izinsiz arazilerine girdiklerini, yüzlerce ağacı katlettiklerini, bu gün akşama kadar araçların bulundukları yeri terk etmezlerse tarlalarının sınırlarını kapatacaklarını ve araçları kendi tarlalarından geçirmeyeceklerini bildirdiler.

Son olarak söz alan grubun sözcüsü Erdinç Ay da “İncelenmesi gereken Raporun iki gün önce ele geçirilebildiklerini, bu konuda yetkililerin kasıtlı hareket ettiğini, ilgili firmanın daha inşaata başlamadan Çed raporuna aykırı işler yapmağa başladığını, Cide Belediyesinin bu bölgede nasıl vidanjörle atık alacağı sözü verebildiğini” sordu. Çok sayıda güvenlik görevlisinin katıldığı toplantı gergin bir ortamda başladı, ancak, küçük tartışmalar dışında başladığı gibi olaysız bitti.

Kaynak: Yeni Cide Postası

26 Mart 2010 Cuma

MAZLUMDER'de İnsan Hakları Eşcinsel Deyince Bitiyor

MAZLUMDER Genel Başkanı Ünsal, İstanbul Şubesi'nin de aralarında bulunduğu 21 STK'nin "Eşcinsellik hastalıktır" diyen Kavaf'a destek mektubunu sahiplendi. Eski başkan Ayhan Bilgen ise derneği eleştirdi.

Bawer ÇAKIR



İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal aralarında derneğin İstanbul Şubesi'nin de bulunduğu, 21 STK'nin "Eşcinsellik hastalıktır ve tedavi edilebilir" diyen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf'a destek için yazdığı mektubu sahiplendi.

"Eşcinselliğin bir sapma olduğunu, batının bunu normalleştirmek için çalıştığını" iddia eden mektubun "kendi seküler kurgusu içinde önemli iddiaları tartıştığını" savundu.


Ünsan "anormal" olarak tanımladığı eşcinsellerin ayrımcılığa ve şiddete uğramasına karşı olduklarını belirtiyor.


Bilgen: "İktidarın fikirlerini savunmak sivil toplum açısından riskli"

2005-2007 arasında önce MAZLUMDER Ankara Şube, ardından da genel başkanlığını yapan Ayhan Bilgen ise MAZLUMDER'i eleştiriyor:


"Bir iddia karşısında hak savunucuları sorunu doğru anlamak için bütün tarafları dinleme konusunda duyarlılık göstermeli. Türkiye'de kimi baskıcı laiklik taraftarlarının İslamla ilgili kaygılarını din özgürlüğüne karşı çıkarak yansıtmalarına benzer bir durumla karşı karşıyayız. "


İHH İnsani Yardım Vakfı, Aileyi Koruma Derneği, İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği, Özgür-Der, Tüm İlahiyat Mezunları Derneği, Türkiye Yazarlar Birliği'nin de bulunduğu 21 STK'nin 22 Mart Pazar günü Sirkeci'de yaptıkları eylemde hazırladıkları ortak mektubu kamuoyuyla paylaştı.


Asiye Dilipak'ın okuduğu mektupta eşcinsellik "doğal olmayan bir sapma" olarak tanımlandı.


"Gelecek kuşaklar arasında eşcinselliğin artmaması için sağlık ve eğitim politikaları geliştirilmesi gerek" diyen Dilipak yurtdışında eşcinselliğin 'normal' olduğunu söyleyen psikologların da bunu yaygınlaştırmak istedikleri için yaptıklarını iddia etti. İlahi dinlerin eşcinselliğe karşı olduğunu, hoşgörü dini olan İslamın da anlayışının "bir sınırı olduğunu" belirten Dilipak, Kavaf'ın kaygılarının ne kadar önemli olduğunu da belirtti.


Başkanlık döneminde MAZLUMDER içinde eşcinsellikle ilgili farklı görüşlerin olduğunu anlatan Bilgen cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği nedeniyle çok sayıda insanın ayrımcılığa uğradığını, MAZLUMDER gibi bir hak savunucu kurumun iktidarın iddialarını sahiplenerek bu şekilde açıklama yapmasının doğru olmadığını söylüyor. Bunun sivil toplumun bağımsızlığı açısından riskler taşıdığını belirtiyor.


"Tüm üyeleri bireysel olarak eşcinsellik konusunda hassasiyet taşısa bile MAZLUMDER'in nerede durması gerektiğini doğru belirlemesi gerekir. Bir grubun uğradığı ayrımcılığa karşı çıkmak o grubun düşünce eğilim ve yaklaşımını onaylamak anlamına gelmez. Tam tersine karşı olduğunuz bir şeye yönelik bir haksızlık ve ayrımcılık olduğun da ona karşı üzerine düşen savunuculuk görevini yerine getirebilmeniz gerekir."


MAZLUMDER kurumların yaptığı açıklamayı kendi İnternet sitesine koydu.(BÇ)


Kaynak: Bianet

24 Mart 2010 Çarşamba

Yaban Hayvanlarını Evlerinden Edecek Karar Durduruldu

Antalya Düzlerçamı bölgesinde bulunan yaban hayatı geliştirme sahasının, Bakanlar Kurulu kararı ile, mesire yeri kullanımına açılmasına karşı açılan davada Danıştay, 10. Dairesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ülkemizde, alageyiklerin önemli habitatı olan bölge, şimdilik kurtuldu.

13.2.2008 tarih ve 26786 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Bazı Alanların Yaban Hayatı Geliştirme Sahası Olarak Belirlenmesi Hakkındaki 7.9.2005 tarih ve 2005/9453 sayılı kararname eki listenin 16'nci sırasında yer alan "Antalya Düzlerçamı Yaban Hayatı Geliştirme Sahası"na ilişkin sınırların yeniden belirlenmesine ilişkin 4.2.2008 tarih ve 2008/13233 sayılı Bakanlar Kurulu kararı'nın iptali ve öncelikle yürütülmesinin durdurulması istemiyle Antalya Barosu tarafından açılan davada Danıştay, yürütmeyi durdurma kararı verdi.

16.10 2005 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 7.9.2005 tarih ve 2005/9453 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla, Bakanlıkça koruma altına alınan alageyik ve yaban keçisinin doğal yaşadığı alanlardan olan, özellikle alageyiğin ülkemizde yaşadığı tek habitat olarak belirlenen alanı da kapsayan Antalya Düzlerçamı, "Yaban Hayatı Geliştirme Sahası" Bakanlar Kurulu Kararı ile 2008 yılında, anılan Yaban Hayatı Geliştirme Sahası'nın 4044 hektarlık kısmının bu alanın dışına çıkarılmasına karşı açılan davada Danıştay, yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Kararda, “dava konusu 4.2.2008 tarih ve 2008/13233 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına dayanak alınan inceleme raporunda, söz konusu sahanın alageyik habitatı olduğu belirtildiği halde, hangi sebeple yaban hayatı geliştirme sahası dışına çıkarıldığı ve söz konusu yerin yaban hayatı geliştirme sahası olma niteliğini yitirip yitirmediği; bu konuda bir Bakanlar Kurulu Kararının bulunup bulunmadığı; yaban hayatı geliştirme sahasının, neye dayanılarak tabiat parkı olarak belirlendiği sorulup; buna ilişkin bilgi ve belgelerin istenilmesine karşın, davalı idarece, belirtilen çelişkiyi giderir nitelikte yeni bir bilgi ve belge sunulamadığı görülmektedir.” denildi.

Söz konusu alanın 2005 yılında Bakanlar Kurulu Kararıyla Yaban Hayatı Geliştirme Sahası olarak belirlenmesi karşısında, bu alanın bir kısmının bu kez Bakanlık oluruyla yaban hayatı geliştirme sahası dışına çıkarılarak tabiat parkı ilan edilmesine ve dinlence yeri haline getirilmesine mahkeme dur dedi. Mahkeme kararında, Bakanlıkça koruma altına alınan alageyik ve yaban keçisinin doğal yaşam alanların, özellikle alageyiğin ülkemizde yaşadığı tek habitat olarak belirlenen bu alanın, Bakanlık oluruyla tabiat parkı olarak ilan edilmesi, daha sonra da dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı ile Yaban Hayatı Geliştirme sahası dışına çıkarılmasında hukuka uygunluk bulunmadığına hükmetti.

Kaynak: Ekolojistler.org\Ankara

23 Mart 2010 Salı

"Çek Arabanı" Kampanyası Başladı




Sokaklarda güvenli bir şekilde yürümek, Otomobil sayısı hızla artışına ses çıkartmak, Şehirlerin otomobiller için tasarlanmasına karşı durmak için başlatılan Çek Arabanı kampanyası gönüllüleri ile yola çıktı.


Kampanyanın internet sitesinden yapılan açıklamada, “Yayalar, otomobillerin yanında sığıntı gibi yaşıyor. Trafik ışıkları kaldırılıyor.

Yayalar alt geçitlere inmeye, üst geçitlere tırmanmaya zorlanıyor. Peki bize ait ne var? Sayılı yaya geçidi, bir de kaldırımlar. Bu önemli bir gündür. Umutlu bir başlangıç. Bizler, derdi olanlar, bir araya geldik. Omuz omuza verdik. Kaldırımları, yaya geçitlerini elimizden alanlara, hız yapıp hayatımızı tehlikeye atanlara, bizi yok sayanlara, “Çek arabanı!” diyoruz.

Kaldırıma, yaya geçidine, apartman kapısına, okul çıkışına parkeden arabalarla derdi olan herkesi eyleme çağırıyoruz.” Denilerek yeni katılımlar için, gonullu@cekarabani.org adresine mail atılabileceği belirtiliyor.

Kampanya ile ayrıntılı bilgiye ise, http://www.cekarabani.org/index.html adresinden ulaşılabilir.

Kaynak: Ekolojistler.org

Yaya Derneği hakkında bilgi için: http://www.yaya.org.tr/

22 Mart 2010 Pazartesi

HES'ler Anadolu Vaşağı'nı da Vuracak!

Antalya-Finike’deki Gökbük kanyonu çevresinde, soyu tehlikede olan vaşak (karakulak) gördüklerini öne süren köylüler kanyonu besleyen Akçay deresine yapılması planlanan HES’lere karşı mücadele başlatıyor.

HES kıskacındaki Gökbük, doğal ve kültürel mirasıyla da Akdeniz’in en iyi korunmuş köylerinden biri olarak biliniyor. 2002 yılında karakulak’ı ilk kez görüntüleyen fotoğrafçı Ali Murat Atay, adını kulağındaki siyah çizgilerden alan bu canlının bölgedeki varlığının yıllardır bilindiğini söyledi.
 


GÖKBÜK’ÜN DOKUSU KORUNMALI

Finike’deki Akçay deresi üzerinde projelendirilen iki adet HES (Hidroelektrik Santrali) ve sulama suyu projesi Gökbüklüleri harekete geçirdi. Çok sayıda anıt ağaç ve endemik bitkiye ev sahipliği yapan Gökbük ve çevresi, köylülerin iddiasına göre karakulak olarak adlandırılan Anadolu Vaşağı’nın da son yıllarda sık görüldüğü bir bölge. Gökbük köylüleri HES’ler için Finike ovasının sulanmasını gerekçe gösteren yetkililere, ovadan geçen iki akarsuyun denize döküldüğünü söylüyorlar. Gökbük Köyü Muhtarı İsmail Altıntaş, etüt çalışması yapılan HES’lerin inşaatının henüz başlamadığını, köylerinde yapılması düşünülen ikinci HES’le ilgili de yetkililerden bilgi isteyeceklerini dile getirdi.
 
Gökbük Köyü ve Gökbük Kanyonu'ndan muhteşem fotoğraflar >>>
Gökbük’ün Antalya’nın önemli bir doğa ve kültür merkezi olduğunu vurgulayan Türkiye Su Meclisi Yürütme Kurulu Üyesi ve TTKD (Türkiye Tabiatını Koruma Derneği) Antalya Şube Başkanı Hediye Gündüz ise, Gökbük’ün Akdeniz kuşağındaki özgün yerleşimlerden biri olduğunu vurgulayarak, “buradaki kültür dokusu ve ekosistem HES’lerle yok edilmemeli” dedi.

BÖLGEDE ANADOLU VAŞAĞI GÖRÜLDÜ İDDİASI

Bölgedeki doğa ve kültür mirasının korunmasına yönelik girişimlerde bulunan Gökbük köylülerinin sözcüsü Okay Sütçüoğlu, Akdeniz’in saklı cennetlerinden biri olan Gökbük kanyonuna da ev sahipliği yapan bölgedeki zengin doğal mirasın projenin gerçekleşmesiyle birlikte yok olacağını öne sürdü. Üzerine HES yapılacak olan Akçay Deresinin, 4 köy ve 3 mahalleyle birlikte Gökbük kanyonuna da hayat verdiğini anlatan Sütçüoğlu, HES projesinden en çok etkilenen yerleşimin Gökbük köyü olacağının altını çizdi. Gökbük’ün kültürel ve mimari dokusuyla bölgede bozulmadan kalabilen ender köylerden biri olduğunu belirten Sütçüoğlu, köylerinde son yıllarda sık sık “karakulak” adı verilen vaşak türünün görüldüğünü ve bunu yetkililere bildirdiklerini söyleyerek, “proje hayata geçerse artık vaşaklar da görünmez olacak” diye konuştu.

TAVRIMIZIN PSİKOLOJİK BOYUTU DA VAR!

HES projesinin Gökbük’ün imhası anlamına geldiğini belirten Sütçüoğlu, “bu projeye karşı ne yazık ki mücadeleye yeltenen tek yer de bu köydür. Bu köyün projeye karşı tavır almasında, var olma savaşının ötesinde psikolojik boyutu da vardır. Mevcut projeye dair kurgulanan gövdenin tamamı, göletin yüzde 35’i, iletim hattının yüzde 75’ i Gökbük köyünün sınırları içinde kalmasına rağmen projeye isim olarak (hakaret eder gibi) 20 km ilerdeki Kapıçayı Mahallesinin isminin verilmesi de çok düşündürücüdür. Gökbük halkı bu projeyi direkt olarak kendi altına konmuş dinamit olarak algılamıştır. ‘Bunun asıl nedeni Alevi-Tahtacı asimilasyonudur’ şeklinde oluşan ağırlıklı görüşe rağmen aklıselim olan bizler, bunun bir yanlışlıktan kaynaklandığını düşünmek istiyoruz” diye konuştu.

KANYON CESEDE DÖNÜŞECEK

Projenin 2 adet HES yapımını öngördüğünü belirten Sütçüoğlu, Karaçam orman deposu yanına kurulacak olan birinci HES’ten alınacak suyun kapalı bir sisteme aktarılarak 20 kilometre ilerideki ikinci HES’e iletileceğini anlattı. Gökbük’ün yaşam kaynağı olan akarsuyun doğal mecrasından uzaklaştırılacağını söyleyen Sütçüoğlu, “köy yerleşimi ve kanyon, canlı canlı organı sökülerek başkasına nakledilen bir cesede dönüştürülecektir” iddiasında bulundu.

SİYASİ TERCİHLERİMİZİ GÖZDEN GEÇİRECEĞİZ

Gökbük ve çevresinin doğal ve kültürel mirasını tescil edilerek geleceğe aktarılması için 5 ayrı fakülteyle ortaklaşa bir alan çalışması yapmayı hedeflediklerini belirten Sütçüoğlu, Gökbük’ün temelde HES projesine karşı olmadığını ancak HES’ten akacak suyun yeniden yatağına bırakılmasını istediklerini ifade etti. Böylece iki HES’e gerek olmadığına dikkat çeken Sütçüoğlu, “Birçok çevre örgütü ve bilimsel kurum bu işte bir terslik olduğunu ileri sürüyor. Siyasiler, bilimsel görüşlere ve toplumun tepkisine rağmen projeyi kotarmaya çalışıyorlar. Ancak rant söylentilerinin de ortaya atıldığı proje ile gündeme gelen sıkıntılar biz Gökbük Köyü halkının, dolaylı olarak Alevi- Tahtacıların oy potansiyelini ve siyasi tercihlerini bir kez daha gözden geçirmesi sonucunu ortaya çıkardı. İnanıyorum ki, Gökbük köyü insanı geleneklerinin derinliklerinde var olan tabiat tutkusunu, onun ötesinde köylerine olan özlemlerini gözeterek harekete geçecektir” dedi.

KARAKULAK’I İLK KEZ O GÖRÜNTÜLEDİ

2002 yılında Antalya Termessos civarında Batur Avgan’la birlikte ilk kez karakulak’ı görüntüleyen ve Atlas Dergisi’nde yayınlayan Ali Murat Atay’a Gökbük köylülerin iddiasını sorduk. Karakulakların bölgedeki varlığının yıllardır bilindiğini söyleyen Atay, Gökbük kanyonu çevresinde de olabileceğini belirtti. 2002’de Termessos yakınlarındaki küçük bir dere yatağından geçerek kayalık bir bölgede karakulak’ı görüntülemeyi başardıklarını anlatan Atay, “7-8 tane küçük kamerayı ve 10 liralık fotoğraf makinesini ağaçlara bağlamıştık. Deklanşöre de misina bağladık. Karakulak misinaya takılarak kendi kendisini çekti” diye konuştu. 



Kaynak: Yusuf Yavuz - Antalya / Alevihaberajansi.com - 21 Mart 2010

21 Mart 2010 Pazar

Bir hapishane daha açılmasın




NESLİHAN TUNÇ

20.03.2010


Yunus gösterileri birçok ülkede yasaklanırken, Türkiye'de 12. tesis açılacak. Sivil toplum örgütleri bir yunus hapishanesinin daha açılmaması için harekete geçti


Yunusları sevimli ve sempatik bulmayan yoktur herhalde. Ve onlarla yüzmek, suyun içinde oyunlar oynamak kimin hoşuna gitmez ki? Peki sizce onlar bu durumdan hoşnut mu? Yüz ifadeleri güleç olduğu için onların mutlu olduğunu sanabilirsiniz ama işin aslı hiç de öyle değil. Sırtlarından milyonların kazanıldığı sevimli gösteri yunusları, doğalarına aykırı ve sağlıksız şartlarda yaşıyor. Hele de Türkiye'deki gösteri merkezlerinin durumu hiç parlak değil. Özellikle geçen ay Alanya'daki bir gösteri merkezinde dört yunusun peş peşe ölmesi, Avrupa'daki sivil toplum örgütlerini harekete geçirdi. Alman Balina ve Yunus Forumu WDSF, (Wal und Delphinschutz-Forum) Türkiye'de bulunan 11 yunus gösteri merkezinde hayvanların sağlığını tehdit eden eksiklikler ve hatalı uygulamalar olduğuna dair açıklamada bulundu. Bu açıklamanın ardından tur şirketleri, yunus gösteri merkezlerini programlarından çıkarmaya başladı. Gösteri yunuslarının yaşadığı vahşeti anlatan The Cove isimli belgesel de en iyi belgesel dalında Oscar ödülü alarak dünyanın dikkatini bu konuya çekti. Yine geçtiğimiz ay ABD'de bir gösteri havuzundaki katil balina (orca), bakıcısını öldürerek tutsaklığın ne kadar tehlikeli olabileceğini en acı şekilde gösterdi. Yunus gösteri merkezlerinin sahipleri kendilerine yöneltilen suçlamaları kabul etmiyor ve her şeyi kurallarına uygun yaptıklarını iddia ediyor. Ancak ortada acı bir gerçek var: şu veya bu nedenle dört yunus hayatını kaybetti. Bu hayvanlar eceliyle ölmedi. Diğer yandan bunlar sadece duyduklarımızdı. Kimbilir daha kaç yunus esaret altında can verdi. Onların havuzlardaki mahkumiyeti sürdükçe daha çok yunus ölecek gibi görünüyor. Ancak para kokusu alan turizm yatırımcılarının vazgeçmeye niyeti yok. Fethiye'de 12. yunus gösteri merkezinin hazırlıkları yapılıyor. Avrupa'dan sonra Türkiye'deki sivil toplum kuruluşları da ayaklanmış durumda. Türkiye'de yunus gösteri merkezlerine karşı mücadele veren sivil toplum örgütlerinin başında Sualtı Araştırmaları Derneği - Deniz Memelileri Araştırma Grubu (SAD-DEMAG) geliyor. Dernek üyeleri şu sıralar, Fethiye'nin Hisarönü beldesinde yapılacak yeni yunus tesisinin açılmasını önlemek için harekete geçti. Dernekten yapılan açıklamada şunlar yer alıyor: "Bu yeni tesis için yunusların Kaş'taki tesisten getirileceğini ve yaz aylarını Fethiye'de geçirdikten sonra kış için tekrar Kaş'a götürüleceklerini öğrendik. Tamamen turizm hizmeti olarak tasarlanmış bu planda yunusların bir ticaret objesi olarak görüldüğü açıktır. Yunusların taşınmaları sırasında iç organlarının zedelenmesi, aşırı ısınma, stres gibi birçok zorluk yaşadıkları bilinmektedir. Kaş'taki yunusların her yıl iki kez yolculuk etmelerini öngören bu plan bir ticarethane olarak görülebilecek yunus tesislerindeki dramı bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. Eğer yunuslar Kaş'tan getirilmeyecek ise yeni yunusların denizlerden avlanması (ulusal mevzuat ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelere göre yunusların avı önünde ciddi maddeler vardır) ya da diğer ülkelerden ithal edilmesi gündeme gelebilir. İlgili ve sorumlu kurumları yeni canlı avlara ve yeni yunus ithalatlarına izin vermeme konusunda duyarlı olmaya çağırıyoruz."



TUTSAKLIK NEDENİYLE KISA YAŞIYORLAR

Yunus tutsaklığına son verilmesi için Avrupa ittifakına üye olan SAD'dan yapılan açıklama şöyle devam ediyor: "Yunus ve balinaların, tutsaklıkta birçok nedenden dolayı sağlıklarını yitirdikleri, özgür hemcinslerine göre daha kısa yaşadıkları biliniyor. Geçtiğimiz aylarda Alanya'daki bir tesiste peş peşe dört yunusun ölmesi bizler için çok üzücü olmuştur. Fethiye'de kurulacak yeni tesis için bir yerden getirilecek ya da avlanacak yunuslar da benzer dramı yaşayabilirler. Birçok kültürel ve doğal zenginliğe sahip ülkemizin doğaya ve insana saygılı bir turizm anlayışına sahip olduğunu kanıtlar biçimde yeni yunus tesislerinin yapımına karşı durmasını talep ediyor, var olan tesislerle ilgili olarak da ivedi bir şekilde özel yönetmelik hazırlanmasının gereğinin altını çiziyoruz." SAD'ın gösteri yunuslarının acı dolu dünyasını anlatan araştırma yazılarını, www.sad.org.tr adlı internet sitesinde okuyabilirsiniz. Fethiye'de başlayan yunus parkı inşaatını durdurmak için harekete geçen bir diğer sivil toplum kuruluşu da Yaşam Hakkına Saygı Derneği (YHS). www.tutsakyunuslar.com adlı bir internet sitesi kuran dernek ayrıca facebook'ta imza kampanyası başlattı. Çevre Bakanlığı'na ve Ölüdeniz Belediye Başkanlığı'na gönderilmek üzere bir de dilekçe hazırlayan dernek üyeleri, hayvanseverlerin kampanyaya çok ilgi gösterdiğini söylüyor: "Ölüdeniz'de kurulacak tesisin Alanya'daki bir benzeri olan Sealanya Dolphin Park'ta nedeni açıklanamayan yunus ölümlerinden ardından, yurtdışı kaynaklı tur operatörlerinin bir kısmı Türkiye'deki yunus parkı turlarını iptal ettiler. Geri kalan turların da iptal edilmesi için büyük bir kampanya sürdürülüyor. Bu işletmelerin ticari olarak hiçbir geleceği yok. Artık tüm dünyanın gözleri bu tesislerde. Şimdi, yunus parklarını inşa etme değil, kapatma zamanı. Bu kampanyaya katılmak için, www.sessizkalmasucaortakolma.com adresine girip imza atabilirsiniz."


Kaynak: Sabah

19 Mart 2010 Cuma

3.Köprüye Geçit Yok! 28 Mart'ta Ormanlarımızı Savunmaya!





31 STK'den Başbakan'a Tepki: Nefret Suçu İşliyorsun!

ABD ve İsveç'te kabul edilen Ermeni soykırımı tasarılarına tepki olarak Türkiye'de yaşayan 100 bin kaçak Ermeni'yi sınır dışı edeceğini söyleyen Erdoğan'ın savunmasız insanları hedef gösterdiğini söyledi: "Türkiye'de yaşayan Ermenileri pazarlık malzemesi yapmaktan vazgeç!"

İstanbul - BİA Haber Merkezi

19 Mart 2010, Cuma


Ülke meclislerinden Ermeni soykırımını tanıyan kararların çıkmasının bedelini Türkiye'deki Ermenilere ödeteceklerini söyleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a sivil toplum örgütlerinden tepki geldi.


Ortak bir basın bildirisi yayınlayan örgütler Erdoğan'a nefret suçu işlediğini hatırlattı. "Üçüncü ülkelerin parlamentolarından çıkabilecek kararları bertaraf edebilmek için binlerce savunmasız insanı pazarlık konusu yapmak kabul edilemez" dediler.


Açıklamaya DurDe İnisiyatifi, Amargi Kadın Kooperatifi, Antikapitalist Öğrenciler, Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Sanat Girişimi, Barış İçin Vicdani Ret Platformu, Birbirimize Sahip Çıkıyoruz Platformu, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Çiğli Kadın Dayanışma Evi (ÇEKEV), Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP), Diyarbekir İletişim Platformu, Emek Partisi (EMEP) İstanbul İl Örgütü, Ev Eksenli Çalışanlar Sendikası, Genç Siviller, Göçmen Dayanışma Ağı, İnsan Hakları Derneği, İzmir Kadın Dayanışma Derneği, Kaos GL, Kumbara Sanat Atölyesi, Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Lambdaistanbul, Nor Zartonk, Sendikalarda Şiddet ve Ayrımcılığa Karşı Kadın İnisiyatifi, Sosyal Değişim Derneği, Toplumsal Dayanışma Derneği, Yeryüzüne Özgürlük Derneği, Yeşiller Partisi, Yüzleşme Derneği, 70 Milyon Adım Koalisyonu ve 78'liler Girişimi imza verdi.


"Savunmasız insanları pazarlık konusu yapma"

Başbakan 16 Mart Salı günü Londra'da BBC Türkçe'ye verdiği söyleşide şöyle dedi:


"Bakın benim ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama 100 binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu 100 binine hadi siz de memleketinize diyeceğim; bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar... Ülkemde de tutmak zorunda değilim. Yani şu anda bizim bu samimi yaklaşımlarımızı bunlar bu tavırlarıyla ne yazık ki olumsuz istikamette etkiliyorlar, bunların farkında değiller."


Bu sözleri utanç verici olarak niteleyen 31 STK Erdoğan'ı her türlü koruma, savunma ve toplumsal güvenceden yoksun olan Ermeni işçileri hedef gösterdiğini için eleştiriyor. Başbakan'a şunları hatırlatıyor:


* Kimse doğduğu toprağı keyfinden terk etmez; gittiği ülkede iş bulmazsa da orada kalmaz;


* İnsanca muamele, herkes kadar Ermeni göçmen işçilerin de hakkıdır;


* Üçüncü ülkelerin parlamentolarından çıkabilecek kararları bertaraf edebilmek için binlerce savunmasız insanı pazarlık konusu yapmak kabul edilemez;


* İfadeler, dünya çapında talepleri olan, medeniyetleri bir araya getirme, kavgalıları barıştırma ve Ermenistan'la ilişkilerini normalleştirme iddiasındaki bir ülkenin Başbakanı açısından muazzam tezatlar oluşturmaktadır.


31 STK, 21. Yüzyıl'da hâlâ tehcir fikriyatına yatkın görünen bu zihniyeti kınıyor, savunmasız insanlar üzerinden yapılan bu yüz kızartıcı pazarlıklardan bir an evvel vazgeçilmesini talep ediyorlar.(BÇ)

18 Mart 2010 Perşembe

Ermeni göçmenlere yönelik tehdidi protesto ediyoruz




Başbakan Erdoğan'ın 100 bin Ermeni göçmeni gönderme tehdidi, Türkiye'nin, dahası ulus-devletlerin göçmenlere nasıl baktığının bir kanıtı.


Göçmenler, uluslararası siyasette piyon, ülke sınırları içinde ucuz işgücü olarak görülüyorlar.


Oysa biz millet, ırk, etnik köken, din, cinsiyet ve cinsel yönelimi ne olursa olsun herkesin hareket özgürlüğüne ve istediği yerde yaşama hakkına sahip olduğunu savunuyoruz.

Vatandaş ile göçmen arasındaki hak ayrımına hayır demek için!

Göçmenlerin dışlayıcı, sömürücü devlet politikalarında piyon haline gelmesine tepki göstermek için!

Tek bir göçmenin bile gönderilmesini kabul etmediğimiz için!


Yarın (19 Mart, Cuma), saat 18:00'de

Taksim Tramvay Durağında

Sınırsız Ulussuz Sürgünsüz Bir Dünya!


Göçmen Dayanışma Ağı

HAYVAN İSTİSMARI VE İNSAN İSTİSMARI: SUÇ ORTAKLARI

Hayvanlara yönelik şiddet içeren eylemler kendini hayvanlarla sınırlı tutmayan tehlikeli bir psikopatolojinin belirtisi olarak kabul edilmiştir. Albert Schweitzer “hayvanların hayatını değersiz gören bir insanın insan hayatını da değersiz görme tehlikesi vardır” diye yazar. FBI için seri katil dosyası hazırlayan Robert K. Ressler “katiller çoğunlukla çocukken hayvanlara işkence edip onları öldürerek başlarlar öldürmeye” diye yazar. Yapılan çalışmalar sosyologları, hukukçuları ve mahkemeleri hayvanlara yönelik şiddetin dikkatimizi çekmesi gerektiği konusunda ikna etmiştir. İnsan kurbanları da içeren şiddet içerikli bir patolojinin ilk işareti bu olabilir.


Hayvanlara yönelik istismarlar istismarcıdaki küçük bir kişilik hatası sonucu oluşmaz, aslında derin bir zihinsel rahatsızlığın semptomudur. Psikoloji ve kriminolojide yapılan çalışmalar hayvanlara yönelik şiddet eylemleri yapan insanların işi burada bırakmayıp insanlardan da kurbanlar seçerek devam ettiklerini ortaya koymuştur.


FBI’ın hayvanlara yönelik şiddet eylemleriyle alakalı yaptığı araştırmalar sonucunda bu eylemlerin seri katillerin ve seri tecavüzcülerin tipik davranış olduğunu ortaya konmuştur. Ayrıca psikiyatrik ve emosyonel bozukluklar söz konusu olduğunda davranış bozuklukları için tanı belirleyici bir özellik olduğu da kabul edilmektedir.


Yapılan çalışmalar agresif ve şiddet eylemlerine başvuran suçluların çocukken hayvanları istismar ettiğini ve bu durumun oranının agresif olmayan suçlulara kıyasla daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. Sürekli kedi ve köpeklere işkence eden psikiyatrik hastalarla alakalı bir araştırmada bu hastalardan her birinin insanlara da yönelik yoğun bir agresyon taşıdığı ortaya çıkmıştır, hatta bu hastalardan biri bir çocuğu öldürmüştür. Araştırmacılar açısından hayvanlara yönelik şiddetten zevk almak seri tecavüzcülerin ve seri katillerin hayatlarında önemli bir özelliktir.


FBI davranış bilimleri birimi kurucusu Robert Ressler şöye söylüyor: “Bunlar bir köpek yavrusunun gözlerini oymanın yanlış olduğunu asla öğrenmemiş çocuklardır.”


Tarih bu türden kötü şöhreti olan örneklerle doludurÇ: Bir postanede çalışıp oradaki 14 kişiyi öldüren ve sonra da kendini vuran Patrick Sherrill kendi çevresindeki evcil hayvanları çalıyor ve ardından da kendi köpeğini onlara saldırtırp parçalamasına izin veriyordu.7 yaşındaki bir erkek çocuğa tecaviz eden, onu bıçaklayıp parçalara ayıran Earl Kenneth Shriner kendi çevresinde köpeklerin rektumuna fişek koyup patlatması ve kedileri asmasıyla tanınıyordu. San Diego okuluna ateş açan Brenda Spencer iki çocuğu öldürüp dokuzunu da yaralamıştı ve sürekli şekilde kedileri ve köpekleri kuyruklarını ateşe vererek istismar etmesiyle tanınıyordu.Boston Katili Albert DeSalvo 13 kadını öldürmüştü, bu adamın gençliğinde kendileri ve köpekleri turuncu kasalarda tuzağa düşürüyor, ardından da onlara ok atmasıyla biliniyordu. Carroll Edward Cole 3 5 kişini ölümünden sorumlu tutulup 5’i için idam edilmişti. Bu adam ilk şiddet eyleminin çocukken bir köpek yavrusunu boğazlamak olduğunu söylemişti. 1987’de üç Missourili lise öğrencisi sınıf arkadaşlarından birisini döverek öldürmek suçuyla suçlandılar. Her birisinin de seneler önce devamlı hayvanları parçalama türünden eylemlerde bulunduğu ortaya çıktı.Bunlardan birisi kaç kedi öldürdüğünü bilmediğini çünkü sayamayacak kadar fazla olduğunu itiraf etmişti. Anne babalarını öldüren iki erkek kardeş sınıf arkadaşlarına bir kedinin başını kestiklerin söylemişlerdi.Seri katil Jeffrey Dahmer köpeklerin kafalarını, kedileri ve kurbağaları kazığa oturtuyordu.


Yakın zamanlarda ise 15 yaşındaki Kip Kinkel (Springfield, Oregon) ve Luke Woodham (16 yaşında) eğlenceleri ve partileri hedef almadan önce hayvanlara işkence ediyorlardı. Columbine Lisesi öğrencileri Eric Harris ve Dylan Klebold silahlarını kendilerine çevirmeden önce 12 arkadaşlarını öldürdüler. Bu olayı gerçekleştirmeden önce sınıf arkadaşlarına sık sık hayvanları parçalamakla övündüklerinden söz ediliyor. New York Üniversitesi Çocuk Etüd Merkezi yöneticisi Dr. Harold S.Koplewicz şöyle söylüyor:” son senelerde yaşanan silahlı baskın olaylarının hepsinin ortak bir noktası var. Yaşıtlarına karşı agresyon hisseden bir çocuk söz konusu, ateş etmeye , hayvanlara zulmetmeye meraklı bir çocuk söz konusu ve sosyal anlamda yalıtılmış bir halde bulunuyor bu çocuk. Bu tür uyarı işaretlerini okul göz ardı etmiş.”


Ne yazık ki bu suçluların çocukluklarında hayata geçirdikleri şiddet eylemleri incelenmemiştir- ta ki bu şiddetin hedefi insanlar olana dek. Antropolog Margaret Mead’in belirttiği gibi, “ bir çocuğun başına gelebilecek en tehlikeli şey bir hayvana işkence edip onu öldürmek ve bu işten paçayı sıyırmaktır.”


Ev içi şiddet genelde güçsüz olanlara yöneltildiği için hayvan istismarı ve çocuk istismarı arasında yakın bağlantı vardır. Hayvanların ihtiyaçlarını ve bakımını göz ardı eden ebeveynler çocuklarını da istismar edip göz ardı edebilir.Bazı istismarcı yetişkinler çocukları halka açık yerlerde taciz etmekten çekinirken hayvanları istismar etmek anlamında zerre kadar vicdani bir rahatsızlık hissi duymazlar.


Çocuk istismarı sebebiyle incelenen 57 New Jersey ailesinin %87’sinde hayvanların da yaşadığı saptanmıştır. Hayvanları ihmal eden 23 İngiliz ailesinin %83’ünde çocuk istismarı veya ihmalinin yaşanmasının an meselesi olduğunu ortaya konmuştur. Şiddet gören kadınlar incelemesinde katılımcıların %57’si eşlerinin hayvanları öldürdüğünü ya da en azından zarar verdiğini söylemiştir. Dörtte biri ise hayvanları eşleriyle bırakmaktan korktuğu için kocasından ya da partnerinden ayrılmadığını söylemiştir.


Hayvan istismarı çocuk istismarının önemli bir işareti olsa da hayvanlara zarar veren her zaman ebeveynler olmamaktadır. Hayvanları istismarı eden çocuklar evde öğrendikleri bir dersi tekrar ediyor olabilirler; aynen anne babaları gibi öfkeye ya da hayal kırıklığına şiddet kullanarak tepki gösteriyor olabilirler. Şiddetleri kendilerinden daha da incinebilir bir durumda bulunan diğer kişiye yönelmektedir: yani evin evcil hayvanına. Bir uzman şöyle söylüyor: şiddet dolu evlerde yaşayan çocuklar aynen fabrika çiftliklerinde küçücük kafeslerde yaşayan tavuklar gibidir-sürekli birilerini ve birbirlerini gagalarlar, işte bu ortamda çocuklar hayvanları yaralar ve öldürürler.Gerçekten de ev içi şiddet çocuklukta hayvanlara yönelik şiddette en ortak arka planı oluşturur.


Psikologlar arasında hayvanlara yönelik şiddetin çocuklukta yaşanan psikolojik rahatsızlıkların yetişkinliğe doğru devam edegeldiği yönündeki en iyi örnek olduğuna dair bir konsensüs bulunuyor. Cornell Üniversitesi Veterinerlik Fakültesine göre çocuklukta hayvanlara yönelik şiddetin prognostik değeri belgelenmiş durumdadır.


Okullar, aileler, topluluklar ve mahkemeler hayvan istismarına minor bir suç gözüyle bakadursunlar, aslında bir zaman bombasını görmezden geliyorlar. Aslında hayvan istismarcıları ciddi bir şekilde cezalandırılmalı, aileleri diğer şiddet işaretler, açısında incelemeye almalı ve bu olaya kalkışanların da yoğun bir danışmanlık hizmeti almasını sağlamalı. Topluluklar, yaşayan HERHANGİ BİR canlıya yönelik istismarın kabul edilemez olduğu ve herkes için tehlike taşıdığını idrak etmeli.


1993’te California eyaleti hayvan kontrol memurlarının çocuk istismarını rapor etmesini gerektiren bir yasayı kabul eden ilk eyalet oldu. Bu türden yönetmelikler Florida’da da hayata geçmiş durumda. BU yasanın hayata geçmesine önayak olan vekillerden Steve Effman “evcil hayvanların istismar edilmesi ailenin iki ayaklı üyelerinin de istismar edildiğine dair bir uyarı işaretidir. Artık bu bağlantıyı görmezden gelemeyiz.” diyor.


Buna ek olarak çocuklara hayvanlara saygı duymak ve onları önemsemek de öğretilmelidir. Hayvan istismarı ve insan istismarı arasındaki bağlantılara dair yoğun çalışmalardan sonra iki uzman şöyle bir sonuca varmıştır: “Daha nazik ve iyilik dolu bir insan toplumunun evrimi çocuklarla hayvanlar arasında daha olumlu ve pozitif bir etiğin savunulmasıyla daha fazla geliştirilebilir.”


Çeviri: CemC

Kaynak: HayvanOzgurlugu.com

17 Mart 2010 Çarşamba

BİYOGÜVENLİK YASA TASARISI HALK SAĞLIĞI VE ÇEVREYE UZAK, SERMAYEYE YAKIN...

Ekoloji Kolektifi'nden:

Biyogüvenlik Yasası sessiz sedasız meclis gündemine geldi. Hükümet Kasım ayında GDO'lu ürünleri denetim altına almak için çıkarttığı yönetmelikleri uygulanamaz hale getirmesinden kısa bir süre sonra şimdi de Biyogüvenlik Yasası’nı meclis gündemine getiriyor. GDO karşıtlarının haklı mücadelesi ile GDO üretimi bu yasa ile yasaklanıyor. Ancak bu durum ülkenin genetik varlıklarını, gıda egemenliğini, biyolojik çeşitliliğini korumaya yetmiyor. Biyogüvenlik Yasası sağlığı ve çevreyi değil, sermayeyi korumak için önce Meclis salonuna, ardından gündelik hayata geliyor...

Başta GDO'ya Hayır Platformu'nun olmak üzere örgütlü muhalefetin 2004 senesinden bu yana çıkarılmasını istediği Biyogüvenlik Yasası halk sağlığı ve çevreyi korumaktan uzak, sermayenin çerçevesini çizdiği bir yasa ile gündemde.

Biyogüvenlik Yasasının bu şekilde yasalaşmasına sen de karşı çıkmalısın.

Çünkü,

1) Biyogüvenlik Yasası GDO’lu ürünlerin ithalatının önünü açıyor. Bu şekilde hem insan sağlığı hem de biyolojik çeşitlilik büyük bir riske maruz bırakılıyor. GDO hayvan yemi ve diğer ürünler içinde kullanılmaya devam edecek, bu ürünler ülkeye girmeye devam ettiği sürece gıda egemenliğimizi korumanın olanağı kalmayacak. Ülkenin gıda geleceği, bitki çeşitliği, hayvan hakları için, Biyogüvenlik Yasası, GDO’lu ürünlerin ithalatını yasaklamalıdır.

2) Biyogüvenlik Yasası, GDO’ların ülkeye girişiyle ilgili izinleri Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı Biyogüvenlik Kurulu’na bırakıyor. Biyogüvenlik Kurulu’nda yer alacak bürokrat ve uzmanların, nesnel ve kamu yararına uygun kararlar almasını sağlayacak kriterler belirlenmiş değildir. Bu alınan kararların kamuoyu tarafından denetlenebilmesi için, bu kurulda ekoloji, tüketici ve üretici örgütlerinin temsilcileri yer almalıdır.

3) Biyogüvenlik Kurulu’nun aldığı kararların açıklanmayacağı bu yasa da düzenleniyor. Oysa ki, Kurul kararlarının hukuka, tarımdaki ekonomik ve sosyal gerekliliklere, ekolojik geleceğe etkilerinin değerlendirilebilmesi için bu kararların kamuoyuyla paylaşılması gerekir. Bu nedenle, kurul kararlarının tamamının demokratik bir biçimde toplumla paylaşılması şarttır. Bilginin demokratikleştirilmesi için, kurul kararlarının kamuoyuyla paylaşılmasına olanak sağlayacak biçimde düzenlenmesi gerekir.

4) Biyogüvenlik Yasası GDO’lu ürünlerden doğan zararın ispatını tüketici ve üretici üzerinde bırakmaktadır. Oysa ki bu ürünlerin kapalı kullanım koşullarından doğacak zararlar ile transit ve nakil sırasında kontrolsüz salımından kaynaklanacak sorunların bedeli ağır olacaktır. Bu ürünlerin kapalı alan kullanımı, nakli ve transit geçişini isteyen şirketler bu ürünlerin zarar vermeyeceğini ispat ederek, bu ürünlerle ilgili muamele yapabilmelidirler. Yasa’da bu şekilde bir düzenleme yapılmadığı taktirde, Türkiye tarımı ve hayvancığı, gıda egemenliği bilinmez yaralar alacaktır.

5) Biyogüvenlik Yasası, GDO ticaretini güvence altına alan tanımlardan vazgeçmelidir. İnsan-bitki-hayvan sağlığı, genetik çeşitlilik, biyolojik güvenlik temelinde yasanın tanımları yeniden yazılmalıdır. Bu doğrultuda da gdo ticaretini değil, gıda egemenliğini ve biyolojik çeşitliliği koruyacak bir tanımla yola çıkılmalıdır.

Yukarda saydığımız beş madde doğrultusunda yasanın mecliste değerlendirilmesi ve geleceğimiz açısından yeniden oluşturulması gerekmektedir. Aksi taktirde, bu yasanın yaratacağı ekolojik felaketlerin sorumluluğunu hiçbir siyasal iktidar üstlenemeyecektir.

Kamuoyuna Duyurulur.

SEN DE MİLLETVEKİLLERİNE E POSTA VE FAKS İLE ULAŞ, HAKLI TEPKİNİ DİLE GETİR.

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.liste

Ekoloji Kolektifi
17.3.2010

16 Mart 2010 Salı

SİYANÜRLÜ ALTINA KARŞI 20 MART 2010'DA ULUKIŞLA'YA



Aylardır yürüyen direnişimizi şimdi sokaklarla buluşturuyoruz. 20 Mart 2010’da Ulukışla’da buluşuyoruz.

Bolkar dağlarında iki yıldır altın arama faaliyetleri sürüyor. Altın madeninden etkilenecek alanın bir kolu Çukurova’ya uzanıyor. Pozantı, Çiftehan, Tekir, Şekerpınarı, Mersin, Adana suları tehlike altında. Su havzasının bir kolu ise, Ulukışla, Darboğaz, Kılan, Emirlere kadar uzanıyor. Altın madeninin etkileyeceği alan 50 km yarıçaplı bir alandır. Bu alandaki herkes altın madeni arama ve işletme faaliyetlerinden etkilenecektir. Altın arama sahasında kullanılacak kirleticiler, kayaların arasından sızarak su havzalarına karışacak. Altın ayrıştırıldıktan sonra geriye kalan maddeler ocaklara gömülecek. Bu ağır metal dolu atıkların sulara karışması engellenemeyecek. Cevherin içindeki altın, gümüş, kurşun ve çinkonun dışındaki, büyük bölümü demir oksit ve silisten (%68) oluşuyor. Kükürt az, %1’in hemen altında. Ama, Arsenik %2,26 oranında ve çok yüksek. Arsenik suya ve toprağa karıştığında ne tarım kalacak, ne insan, ne toprak, ne hava ne de su..

Altın arama faaliyeti hızla devam ediyor. Buna karşı Maden Köyü aylarca direndi. Arsenik, kurşun gibi ağır metallerin zararlarını halka anlattı. Siyanürlü altın işletmesini şirket, Hasangazi ve Porsuk köylerine kurmaya karar verdi. Altıncılar boş durmadı, topraklarımızı işbirlikçilerin yardımıyla satın aldı. Hasangazi, Porsuk, Maden, Beyağıl, Tekneçukur, Gümüş, İlhan ise direniyor. Siyanürlü altın madeninin zararları öğrenildikçe daha fazla insan siyanürü değil yaşamı tercih ediyor. Bolkar dağlarından çıkartılan kayalar, Ulukışla’nın göbeğine getirilecek. Burada siyanür ile kayaçlar siyanürle eritilecek. İçindeki altın çıkartılacak. Altın dışında siyanürle eritilen atıklar, doğaya bırakılacak. Günde 200 ton çamur içindeki zehirle toprağımıza, suyumuza, havamıza bırakılacak. Şirket Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan izin aldığında işletmesini kuracak. İzin başvurusunda ise topraktaki arsenik, kadmiyum ve nikel gibi ağır metallerden bahsedilmiyor. Zehirli bu metallerin suya, toprağa, yaşamlarımıza etkisi konusunda gerçekler gizleniyor. Siyanürle altın ayrıştırmak için sularımız dipten çekecekler. Susuz kalacağız. Atıklarını topraklarımıza atacaklar ürünsüz kalacağız. Zehirleri, yağmurlarla havaya karışacak, nefessiz kalacağız.

Toprağımızı satanlar, siyanür havuzunda ördekler yüzüyor diyorlar. O halde haydi onlar da yüzsünler. Maden arama ve işletme sonucunda, toprağımız, ekmeğimiz yok olacak. Biz yaşamak istiyoruz. Bölgemizin doğa ve kültür zenginlerine sahip çıkmalıyız. Yoksa cehennem yeryüzüne inecek. Yaşam zehir olacak. Biliyorlar ki onlar, siyanürlü suda abdest alınmaz. Kıblesi para olanlar, sesimizi bastırmak istiyor. Susmayacağız. Toprağımız, onurumuz, çocuklarımız, emeğimiz için susmayacağız. Altıncıların borsalarına, altıncıların baskılarına direneceğiz. Yaşam, altınlarınızdan daha değerlidir. Biz kadınlar, sakat çocuklar doğurmak istemiyoruz. Biliyoruz, Siyanür sakatlayacak. Biz kadınlar ekmeğimiz çalınsın istemiyoruz. Siyanür ekmeğimizi çalacak. Biz kadınlar siyanür ve arsenikle zehirlenmiş ekmek yemek istemiyoruz. Kadınlar, siyanürü altına göz yummayacak. Birlikte mücadele, birlikte zafer. Geldikleri gibi gidecekler. Şimdi bizler 20 Mart 2010 tarihinde sesimizi Türkiye’ye yayacağız. Sularımızı ve geleceğimizi korumak ellerimizde, sesimize sel olun, birlikte direnelim. Siyanürlü Altına Dur Diyelim.

Bolkar Dağları Platformu
Destek Mesajlarınız İçin İletişim:
bolkarmeclis@gmail.com

Yemek, Siyasi ve Ekolojik Bir Eylemdir (Ali Bülent ERDEM)

Gıda her canlı gibi insan için de vazgeçilmezdir, olmazsa olmaz olandır. Bir farkla ki, insan bütün diğer canlılardan farklı olarak bağımlı olduğu besin zincirini dönüştürme gücüne sahiptir.

Beğendiği, hoşlandığı, arzuladığı besinleri üretip, geliştirip, yetiştirebilirken, istemediği bir çok cinsi ve türü yok edebilir. Bu özelliği, beslenmesinde hangi gıdaları ne kadar ve nasıl tüketmesi gerektiğine yönelik bir sorun yaratır.

Neleri ve nasıl yiyeceğimize ilişkin geleneksel seçimlerimiz, bulunduğumuz bölgenin kendine has genetik çeşitliliğine, yılların deneyimlerine, alışkanlıklarına ve bilgeliklerine dayanan kültürlerimiz tarafından belirlenir. Çocukluğumuzun tatları, duygularımız, hatıralarımız, özlemlerimiz seçimlerimizde etkili olur.

Yüzyılların birikimine dayanan yeme alışkanlıklarımız, bugün bilinçli olarak tahrip edilmekte, tercihlerimiz küresel gıda şirketlerinin ve pazarlamacılarının etkisine daha doğrusu saldırısına açık hale gelmekte ve getirilmektedir.

Gazetelerin, televizyonların hazırladığı beslenmeye yönelik yazı ve programlarda, “Doğru besleniyor muyuz?” sorusuna aranan yanıtlar ile kaygılarımız büyütülmektedir. Kaygılarımız, küresel gıda şirketlerinin önünü açmakta, her gün ortaya çıkardıkları yeni ürünlerini yeni seçenek olarak sunmalarına olanak sağlamaktadır.

Endüstrinin tarıma müdahalesiyle ortaya çıkan yeni beslenme alışkanlıkları doğanın işleyişine ters düşmekte ve doğayı bir dönüm noktasına doğru sürüklemektedir.

Tarımın ortaya çıktığı ilk günden itibaren doğayı dönüştürerek tahrip ettiği bir gerçektir. Ancak köylülerin binlerce yıllık deneyimlere ve bilgeliklere dayanarak uyguladıkları geleneksel tarım teknikleri toprağı ve çevreyi daha az yıpratmakta, doğanın kendini yenilemesine imkân vermektedir. Bu tarz tarım, “Verimliliği kısa dönemde en üst seviyeye çıkarmaktansa; uzun dönemde en iyi hale getirmeyi tasarlamış”dır.

Çılgınlık Endüstriyel tarımla başlar. Ürün verimliliğini artırmak için kullanılan yöntemler, doğayla tarım arasındaki gerilimden farklıdır ve dehşet verici sonuçlar doğurmuş ve doğurmaktadır. Yüksek verim doğayı yok etmek üzerine kuruludur. Kar oranlarını artırmak için doğaya hükmetme isteği doğayı ve onun bir parçası olan insanı tüketmektedir. En basit anlatımıyla, hastalandırılan her toprak parçası, insanın da hasta olması sonucunu doğurmaktadır.

Kapitalizmin kar hırsının tarımsal üretime yansıması olan ürün verimliliğinin artırılmasının temel alınması; dünya savaşlarında kullanılan kimyasalları tarıma döndürmüş ve bu kimyasallar tarımsal gübre, böcek ve ot öldürücü olarak kullanılmaya başlanmış, petrole dayanan bu tarz tarımla bitkisel üretim monokültüre, hayvancılık yaygın tek çeşitliliğe dönüşmüştür.

Hâlbuki doğa farklılıklara ve çeşitliliklere dayanır. Doğanın işleyişi de bu farklılıkların ve çeşitliliklerin devam ettirilmesine yöneliktir. “Doğadaki her canlının yaşamı bir başka canlının yaşamı için, hepsinin varlığı da doğanın varlığını sürdürmesi için gereklidir.” Hayranlık içinde izlediğimiz ve bir parçası olduğumuz doğanın karmaşıklığı, endüstriyel tarımın aşırı basitleştirme çabası ile uyuşmamakta, çevre ve sağlık sorunlarını ortaya çıkarmaktadır.

Tarımın endüstrileşmesinin günümüzde geldiği boyut; tarım, gıda ve ticaretinin önemli bir bölümünün bir elin parmaklarını geçmeyecek küresel şirketlerin denetimine girmiş olmasıdır. Gıda maddeleri için harcanan her beş dolardan dördü bu şirketlerin cebine girmektedir. Küresel tarım ve gıda şirketlerinin dayattıkları beslenme biçimini kabul ettirebilmeleri, ancak beslenme zinciri üzerindeki bağlantıları görünmez, bulanık ve bilinmez hale getirmeleri ile mümkündür. Endüstriyel üretim tarzının bütün ayrıntıları eğer biliniyor olsaydı, onun ortaya çıkardığı endüstriyel beslenme biçimi tercih edilir olmazdı.

Tüketici tabağındaki et parçası için hayvanların nasıl bir eziyet ve işkence altında olduklarını, hangi koşullarda kapatıldıklarını, normal yaşamlarında asla yemeyecekleri yemlerle beslendiklerini, ot obur hayvanların nasıl et obur yapıldıklarını, hangi ilaçların ve hormonların yüklemesi altında olduklarını hiçbir zaman bilemez. Bu yazıya da kaynaklık eden Micheal Pollan Etobur-Otobur İkilemi isimli kitabında, etin mısırın bir türevi haline dönüştüğünü söyler. Endüstriyel tarımın favori bitkisi mısır büyük baş hayvanların yemidir. Tavuklar, domuzlar, piliçler, kuzular, yayın balıkları, levrekler ve hatta etobur somon balıkları mısırla beslenir. Yumurtalar mısırdan meydana gelir. Otlaklarda, meralarda beslenmesi gerekirken, mısırla semirtilen ineklerin sütleri ve sütlerinden yapılan peynir ve yoğurtların temelinde mısır vardır.

İşlenmiş gıdalara gelindiğinde tüketici açısından bilinemezlik daha da artar. Gıdaların yapılarını öğrenebilmek için neredeyse bir uzmana başvurmak ihtiyacı doğar. Görüntüsü, rengi, lezzeti ne kadar farklı olursa olsun ve birbirinden farklı binlerce çeşit gıda üretilmiş olursa olsun hepsinin üstündeki cilayı kazıdığınızda endüstriyel tarımın tek tipleştirmesini görürsünüz. Bir bitkiden üretilmiş binlerce gıda.

1980’lerden sonra colalar, sodalar, meyva sularının çoğu yüksek früktozlu mısır şurubuyla tatlandırılır. Bir paketin, bir kutunun üzerinde yazılı kimyasal isimlerin altında mısır vardır. “İşlenmiş, işlenmemiş nişastanın, glikoz şurubunun ve glikoz polimerisinin, billur früktozun, skorbik asidin, früktozlu mısır şurubunun, monsodyum glutamatın, polyolun, xanthan gum’ın (E415) içeriği mısırdır. Mısır aynı zamanda kahve kremasında dondurulmuş yoğurtta, konserve gıdalarda, ketçepta, şekerlemelerde, çorbalarda, abur cuburlarda, kek karışımlarında, dondurulmuş çöreklerde, sıcak soslarda, şuruplarda, mayonezde, hardalda, salata soslarında hatta vitaminlerde bulunmaktadır.”

Tüketici için şirketlerin denetimine girmiş ve girmekte olan gıda zincirinin bilinemezliği kaygı vericidir. Bitki ve hayvanların hangi koşullarda üretilip, yetiştirildiği ve hangi serüvenlerin sonucunda soframıza geldiği konusunda yaşanan bu bilenemezlik tüketiciyi tükettiği gıdaya yabancılaştırmaktadır. Endüstriyel tarımın ortaya çıkardığı endüstriyel gıdaların tüketilme rahatlığı ve alışkanlığı, tüketiciyi neyi ve neden yediği daha doğrusu nasıl beslendiği üzerine düşünmekten giderek uzaklaştırmaktadır.

Oysa, yeme konusundaki seçimlerimiz nasıl bir tarımsal üretim tarzından yana olduğumuzun ya da doğayla nasıl ilişki içinde olmak istediğimizin de ölçüsü olmaktadır. Wendel Berry, “yemek tarımsal bir eylemdir.” der. Micheal Pollan devam eder, “Yemek aynı zamanda siyasi ve ekolojik bir eylemdir.”

Evet, yemek siyasi bir eylemdir.

Tarım bugün bütün dünyada gıda ve tarım alanında faaliyet gösteren küresel şirketler tarafından yeniden düzenleniyor. IMF ve Dünya bankası hükümetlere verdiği şartlı kredilerle tarımın yeniden düzenlenmesini talep ediyor. Az sayıda şirketin denetiminde sınırlı sayıda bitki ve hayvan çeşitliliğine dayanan tarımsal üretim geliştirilip, yaygınlaştırılıyor. Aile tarımı yok edilerek şirket tarımcılığına dönüşmesi sağlanıyor. Küresel şirketler bütün dünyada nelerin ne kadar ve hangi bölgelerde üretilip, yetiştirileceğine, yatırımların nerelere yapılacağına karar veriyor. Örneğin ülkemizde de havza bazlı tarımsal üretime bu nedenle geçiliyor.

Yaşanan bu değişimin nedenini ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger özlü bir ifadeyle anlatıyor; “Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.”

Yemek konusunda seçimlerimiz, gıda egemenliğinin küresel gıda ve tarım şirketlerinin mi, gerçekten gıdaya ihtiyaç duyanların mı elinde olmasını istediğimize yönelik tercihimizdir. Gıda güvenliğimizi ve güvencemizi ortadan kaldıran küresel şirketler mi, tarladan sofraya kadar olan süreci izleyebileceğimiz küçük aile tarımı mı?

Tercih sizin.

Kaynak: Ekolojistler.org

15 Mart 2010 Pazartesi

Bakan Kavaf'ı Protesto Eylemine Çağrı

LAMBDA'dan ÇAĞRI:



Sokaktayiz! Hastanede Degil!

LGBTT'ler Bakan Kavaf'i Protesto Etmek Icin Sokaga Cikiyor.

"Escinsellik hastaliktir ve tedavi edilmelidir." diyen Kadin ve Aileden Sorumlu Devlet Bakani Selma Aliye Kavaf'i protesto ediyoruz!

Once, Kavaf hakkinda suc duyurusunda bulunulacak, ardindan da Besiktas'ta basin aciklamasi yapilacak.

16 Mart Sali saat 13.00'te sendikalar, sivil toplum orgutleri ve ruh sagligi calisanlarinin katilimiyla Besiktas Meydani'nda bir araya geliyoruz.

Lambdaistanbul LGBTT Dayanisma Dernegi

Köpeğe 3 gün boyunca tecavüz eden adam, savcı talimatıyla serbest bırakıldı

İzmir'de Sivas Kangal cinsi köpeğe 3 gün boyunca tecaüz eden adam serbest kaldı. Hayvanseverler internette kampanya başlattı.


İzmir'in Güzelbahçe İlçesi'nde dört yaşındaki Masum adlı Sivas Kangal cinsi köpek hamileyken uğradığı tecavüz yüzünden sadece yavrularını kaybetmekle kalmadı hayata da küstü.

Güzelbahçe'de Avukat Senem Avcı'ya ait dört ya
şındaki Masum adlı dişi Sivas Kangal cinsi köpek tarlaların arasında metruk bir evde üç gün boyunca Mustafa Ataş adlı kişinin tecavüzüne uğradı. Eve kapatıldığı üç gün boyunca uğradığı sayısız tecavüz yüzünden karnında taşıdığı 9 yavrudan 2'sini düşüren Masum'un karnında ölen diğer yavruları da ameliyatla alındı. Yaklaşık bir haftadır şokta olan ve veteriner kontrolünde tutulan Masum hayata küstü, yemeden içmeden kesildi. Masum'a tecavüz ettiği ileri sürülen M.A. karakolka ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılırken Avukat Senem Avcı, Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

Masum'u çobanlardan aldı
ğını söyleyen Avukat Senem Avcı, ``Masum evimizin yakınlarındaki çobanların köpeği idi. Ancak çobanlar herkesle çok iyi anlaşğı sakin olduğu için bakmak istemediler biz de onu sahiplendik evimize aldık. Geçen hafta iki gün ortadan kayboldu çok aradık ancak bulamadık. Geçen cumartesi günü çocuklar köpeği evimizin yaklaşık 50 metre uzağında tarlaların arasında olan metruk evde gördüklerini söylediler. Bunun üzerine ben evin oraya gittim. Kapı kapalıydı, bir delik vardı oradan baktığımda içeride bir adam gördüm. Eve döndüm babama söyledim. Babam gitti. Camdan baktığında adamın köpekle cinsel ilişkide olduğunu görmüş, bunun üzerine eşim de gittiğinde adam kaçmaya çalışş bu sırada camdan düşş. Adamı yakaladılar ve karakola götürdüler. Hayvanlara tecavüz etmenin doğru dürüst bir cezası olmadığı için adam akşam serbest kaldı. Ben de şikayetçi oldum'' dedi.

Masum'un üç gün boyunca evde kilitli kaldı
ğını ve uğradığı tecavüz yüzünden travma geçirdiğini ifade eden Avcı, ``Masumu ilk bulduğumuzda yürüyemez haldeydi, kanaması vardı, hamileydi 9 yavrusundan ikisini orada düşürmüştü diğerleri de içeride büyük zarar olduğu için karnında ölmüş Salı günü ameliyata alındı. Bütün organları zarar görmüş veteriner rahmini de almak zorunda kaldı. O günden beri tamamen hayata küstü, bize bile bakmıyor, doğru dürüst yemek yemiyor, sürekli minderinin üzerinde yatıyor. Veteriner hergün gelip kontrol ediyor'' diye konuştu.

Masum'a tecavüz eden Mustafa Ata
ş'ın cezalandırılması için çalışacağını sözlerine ekleyen Avcı, ``Bu bir ruhsal hastalık, kimseye zararı olmayan bir köpeğe bunları yapan başka ne yapmaz ki? Dava açıp emsal bir karar çıkarttırıp bu tür kişilerin cezalandırılmasını sağlamayı istiyorum'' dedi.

HAYVANSEVERLER KAMPANYA BAŞLATTI

Bu arada hayvanseverler bu olayla ilgili zanlının cezalandırılması için cumhuriyet savcılıklarına dilekçe verilmesi için internet üzerinden kampanya başlattı. Hayvanseverler bu tür olaylara 300 TL para cezası verildiğine dikkat çekti, hayvanseverlerin bu davaya müdahil olmasını istedi. Dilekçe örneğinde şu görüşlere yerverildi, "5199 sayılı kanunun 14/j maddesine göre, hayvana eziyet etmek, onunla cinsel ilişkiye girmek suçtur. Bufiil tıp dilinde `zoofili' (hayvanlarla cinsel ilişki) olarak adlandırılan ve parafili başğı altında toplanan cinsel kimlik bozuklukları içine girmektedir. Bu bir ruh hastalığıdır. Kontrol edilmediği takdirde bu kişilerin sapkınlıklarını yine otokontrollerini kaybederek çocuklar başta olmak üzere insanlara yöneltebilecekleri göz önüne alınarak, şüpheli hakkında para cezasına ek olarak, kontrol altına alma, tedavi olma gibi yaptırımlarda uygulanmalıdır. Cezalandırılmadığı ve tedavi edilmediği sürece toplum sağğını ve refahını tehdit eden şahıs hakkında şikayet zorunluluğu doğmuştur.''

Kaynak: Milliyet