Gıda her canlı gibi insan için de vazgeçilmezdir, olmazsa olmaz olandır. Bir farkla ki, insan bütün diğer canlılardan farklı olarak bağımlı olduğu besin zincirini dönüştürme gücüne sahiptir.
Beğendiği, hoşlandığı, arzuladığı besinleri üretip, geliştirip, yetiştirebilirken, istemediği bir çok cinsi ve türü yok edebilir. Bu özelliği, beslenmesinde hangi gıdaları ne kadar ve nasıl tüketmesi gerektiğine yönelik bir sorun yaratır.
Neleri ve nasıl yiyeceğimize ilişkin geleneksel seçimlerimiz, bulunduğumuz bölgenin kendine has genetik çeşitliliğine, yılların deneyimlerine, alışkanlıklarına ve bilgeliklerine dayanan kültürlerimiz tarafından belirlenir. Çocukluğumuzun tatları, duygularımız, hatıralarımız, özlemlerimiz seçimlerimizde etkili olur.
Yüzyılların birikimine dayanan yeme alışkanlıklarımız, bugün bilinçli olarak tahrip edilmekte, tercihlerimiz küresel gıda şirketlerinin ve pazarlamacılarının etkisine daha doğrusu saldırısına açık hale gelmekte ve getirilmektedir.
Gazetelerin, televizyonların hazırladığı beslenmeye yönelik yazı ve programlarda, “Doğru besleniyor muyuz?” sorusuna aranan yanıtlar ile kaygılarımız büyütülmektedir. Kaygılarımız, küresel gıda şirketlerinin önünü açmakta, her gün ortaya çıkardıkları yeni ürünlerini yeni seçenek olarak sunmalarına olanak sağlamaktadır.
Endüstrinin tarıma müdahalesiyle ortaya çıkan yeni beslenme alışkanlıkları doğanın işleyişine ters düşmekte ve doğayı bir dönüm noktasına doğru sürüklemektedir.
Tarımın ortaya çıktığı ilk günden itibaren doğayı dönüştürerek tahrip ettiği bir gerçektir. Ancak köylülerin binlerce yıllık deneyimlere ve bilgeliklere dayanarak uyguladıkları geleneksel tarım teknikleri toprağı ve çevreyi daha az yıpratmakta, doğanın kendini yenilemesine imkân vermektedir. Bu tarz tarım, “Verimliliği kısa dönemde en üst seviyeye çıkarmaktansa; uzun dönemde en iyi hale getirmeyi tasarlamış”dır.
Çılgınlık Endüstriyel tarımla başlar. Ürün verimliliğini artırmak için kullanılan yöntemler, doğayla tarım arasındaki gerilimden farklıdır ve dehşet verici sonuçlar doğurmuş ve doğurmaktadır. Yüksek verim doğayı yok etmek üzerine kuruludur. Kar oranlarını artırmak için doğaya hükmetme isteği doğayı ve onun bir parçası olan insanı tüketmektedir. En basit anlatımıyla, hastalandırılan her toprak parçası, insanın da hasta olması sonucunu doğurmaktadır.
Kapitalizmin kar hırsının tarımsal üretime yansıması olan ürün verimliliğinin artırılmasının temel alınması; dünya savaşlarında kullanılan kimyasalları tarıma döndürmüş ve bu kimyasallar tarımsal gübre, böcek ve ot öldürücü olarak kullanılmaya başlanmış, petrole dayanan bu tarz tarımla bitkisel üretim monokültüre, hayvancılık yaygın tek çeşitliliğe dönüşmüştür.
Hâlbuki doğa farklılıklara ve çeşitliliklere dayanır. Doğanın işleyişi de bu farklılıkların ve çeşitliliklerin devam ettirilmesine yöneliktir. “Doğadaki her canlının yaşamı bir başka canlının yaşamı için, hepsinin varlığı da doğanın varlığını sürdürmesi için gereklidir.” Hayranlık içinde izlediğimiz ve bir parçası olduğumuz doğanın karmaşıklığı, endüstriyel tarımın aşırı basitleştirme çabası ile uyuşmamakta, çevre ve sağlık sorunlarını ortaya çıkarmaktadır.
Tarımın endüstrileşmesinin günümüzde geldiği boyut; tarım, gıda ve ticaretinin önemli bir bölümünün bir elin parmaklarını geçmeyecek küresel şirketlerin denetimine girmiş olmasıdır. Gıda maddeleri için harcanan her beş dolardan dördü bu şirketlerin cebine girmektedir. Küresel tarım ve gıda şirketlerinin dayattıkları beslenme biçimini kabul ettirebilmeleri, ancak beslenme zinciri üzerindeki bağlantıları görünmez, bulanık ve bilinmez hale getirmeleri ile mümkündür. Endüstriyel üretim tarzının bütün ayrıntıları eğer biliniyor olsaydı, onun ortaya çıkardığı endüstriyel beslenme biçimi tercih edilir olmazdı.
Tüketici tabağındaki et parçası için hayvanların nasıl bir eziyet ve işkence altında olduklarını, hangi koşullarda kapatıldıklarını, normal yaşamlarında asla yemeyecekleri yemlerle beslendiklerini, ot obur hayvanların nasıl et obur yapıldıklarını, hangi ilaçların ve hormonların yüklemesi altında olduklarını hiçbir zaman bilemez. Bu yazıya da kaynaklık eden Micheal Pollan Etobur-Otobur İkilemi isimli kitabında, etin mısırın bir türevi haline dönüştüğünü söyler. Endüstriyel tarımın favori bitkisi mısır büyük baş hayvanların yemidir. Tavuklar, domuzlar, piliçler, kuzular, yayın balıkları, levrekler ve hatta etobur somon balıkları mısırla beslenir. Yumurtalar mısırdan meydana gelir. Otlaklarda, meralarda beslenmesi gerekirken, mısırla semirtilen ineklerin sütleri ve sütlerinden yapılan peynir ve yoğurtların temelinde mısır vardır.
İşlenmiş gıdalara gelindiğinde tüketici açısından bilinemezlik daha da artar. Gıdaların yapılarını öğrenebilmek için neredeyse bir uzmana başvurmak ihtiyacı doğar. Görüntüsü, rengi, lezzeti ne kadar farklı olursa olsun ve birbirinden farklı binlerce çeşit gıda üretilmiş olursa olsun hepsinin üstündeki cilayı kazıdığınızda endüstriyel tarımın tek tipleştirmesini görürsünüz. Bir bitkiden üretilmiş binlerce gıda.
1980’lerden sonra colalar, sodalar, meyva sularının çoğu yüksek früktozlu mısır şurubuyla tatlandırılır. Bir paketin, bir kutunun üzerinde yazılı kimyasal isimlerin altında mısır vardır. “İşlenmiş, işlenmemiş nişastanın, glikoz şurubunun ve glikoz polimerisinin, billur früktozun, skorbik asidin, früktozlu mısır şurubunun, monsodyum glutamatın, polyolun, xanthan gum’ın (E415) içeriği mısırdır. Mısır aynı zamanda kahve kremasında dondurulmuş yoğurtta, konserve gıdalarda, ketçepta, şekerlemelerde, çorbalarda, abur cuburlarda, kek karışımlarında, dondurulmuş çöreklerde, sıcak soslarda, şuruplarda, mayonezde, hardalda, salata soslarında hatta vitaminlerde bulunmaktadır.”
Tüketici için şirketlerin denetimine girmiş ve girmekte olan gıda zincirinin bilinemezliği kaygı vericidir. Bitki ve hayvanların hangi koşullarda üretilip, yetiştirildiği ve hangi serüvenlerin sonucunda soframıza geldiği konusunda yaşanan bu bilenemezlik tüketiciyi tükettiği gıdaya yabancılaştırmaktadır. Endüstriyel tarımın ortaya çıkardığı endüstriyel gıdaların tüketilme rahatlığı ve alışkanlığı, tüketiciyi neyi ve neden yediği daha doğrusu nasıl beslendiği üzerine düşünmekten giderek uzaklaştırmaktadır.
Oysa, yeme konusundaki seçimlerimiz nasıl bir tarımsal üretim tarzından yana olduğumuzun ya da doğayla nasıl ilişki içinde olmak istediğimizin de ölçüsü olmaktadır. Wendel Berry, “yemek tarımsal bir eylemdir.” der. Micheal Pollan devam eder, “Yemek aynı zamanda siyasi ve ekolojik bir eylemdir.”
Evet, yemek siyasi bir eylemdir.
Tarım bugün bütün dünyada gıda ve tarım alanında faaliyet gösteren küresel şirketler tarafından yeniden düzenleniyor. IMF ve Dünya bankası hükümetlere verdiği şartlı kredilerle tarımın yeniden düzenlenmesini talep ediyor. Az sayıda şirketin denetiminde sınırlı sayıda bitki ve hayvan çeşitliliğine dayanan tarımsal üretim geliştirilip, yaygınlaştırılıyor. Aile tarımı yok edilerek şirket tarımcılığına dönüşmesi sağlanıyor. Küresel şirketler bütün dünyada nelerin ne kadar ve hangi bölgelerde üretilip, yetiştirileceğine, yatırımların nerelere yapılacağına karar veriyor. Örneğin ülkemizde de havza bazlı tarımsal üretime bu nedenle geçiliyor.
Yaşanan bu değişimin nedenini ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger özlü bir ifadeyle anlatıyor; “Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.”
Yemek konusunda seçimlerimiz, gıda egemenliğinin küresel gıda ve tarım şirketlerinin mi, gerçekten gıdaya ihtiyaç duyanların mı elinde olmasını istediğimize yönelik tercihimizdir. Gıda güvenliğimizi ve güvencemizi ortadan kaldıran küresel şirketler mi, tarladan sofraya kadar olan süreci izleyebileceğimiz küçük aile tarımı mı?
Tercih sizin.
Kaynak: Ekolojistler.org