18 Şubat 2010 Perşembe

Amargi: Hep Tanığız ve Hala Adalet Bekliyoruz!


PINAR SELEK İÇİN ZATEN TANIĞIZ VE HALA
ADALET BEKLİYORUZ


Feminist ve antimilitarist arastirmaci, baris aktivisti sosyolog Pinar Selek'in daha once beraat ettigi davadan yeniden yargilanmasinin yolunu acan gelismeler, bir kez daha hukuka ve adalete olan inancimizi zedelemekte, endisemizi arttirmaktadir.

Konuyla ilgili gelismeleri paylasmak ve bu süreçte neler yapabileceğimizi konuşmak üzere 18 Şubat Perşembe gunu saat 19.30’da Cezayir Lokantısı’nda gerçekleştireceğimiz toplantıya hepinizi bekliyoruz.


Tarih:
18 Şubat 2010 Perşembe
Saat:
19.30
Yer:
Cezayir Lokantası ( Galatasaray Lisesi ile Yapı Kredinin aralığından girildikten sonra
Fransız Sokağı'nın başında) Hayriye Cad.No:12 Galatasaray / Beyoğlu

Tel:
0212 245 99 80
İletişim için:
0212 251 01 54 - Amargi Kitapevi


Onbir yıldır haksız yere Mısır Çarşısı patlamasından sorumlu tutularak suçlanan ve sonunda ayrı ayrı iki kez “beraat” ederek davası sonuçlanan yol arkadaşımız sosyolog, feminist ve yazar Pınar Selek'in beraati, haksız bir şekilde Yargıtay 9. Dairesi tarafından Mart 2009'da bozuldu. Yargıtay 9. Dairesi'nin bu kararına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın itirazı da, Yargıtay Genel Kurulu'nda geçen hafta oyçokluğu ile reddedildi. Ve bu kararlar karşısında biz, yıllar sonra, hala adalet bekliyoruz.

Artık “Pınar Selek'e tanığız” demiyoruz. Zira, Pınar'ın eşitlik, özgürlük, barış ve adalet yolunda attığı adımları bugün sadece Türkiye değil, tüm dünya biliyor. Yıllardır duruşma salonlarında davanın seyrine ve Pınar'ın beraatine tanık olanlar, tanıklıklarına hâlâ devam ediyor, üstelik hergün de aralarına yenileri ekleniyor. Ancak, hem Türkiye'de hem de dünyada bilinen başka bir gerçek de Türkiye'de adalet tesisinin oldukça zor gerçekleştiği; hatta çoğu zaman birçok çabanın sonuçsuz kaldığı veya acıyla sonuçlandığı. Bu noktada, Pınar'ın haklılığı ortada. Ve hepimizin daha adil ve barış yolunda bir Türkiye için adalete ihtiyacı var. Pınar Selek'in beraatinin yeniden açıklanması ise bu yolda atılacak ilk ve önemli adımlardan biri olacak.

Bu noktada, yıllardır tanığı olduğumuz, iddiaların tek tek çürütüldüğü davada, belleğimize kazınan haksız noktalara yeniden bakmakta büyük yarar var...

Öncelikle, adaletin sağlanmasının önemli bir parçası olan patlamanın gerçek nedeni, bazı yetkililerce uzun süre görülmek istenmedi. Birçok uzman ekip yineledi durdu, “patlamaya neden olan bomba değil, gaz kaçağı” diye. Yargıtay, uzmanların vardıkları sonuçları duymak istemedi nedense. Bu durum karşısında yıllarca neye isyan edeceğimizi şaşırdık?: Uzmanlarının kararının aksine karar veren Yargıtaya mı? Yoksa, uzman sonuçlarınca suçsuzluğu kanıtlanmasına rağmen sürekli suçlanan bir sosyal bilimcinin uğradığı haksızlığa mı?

Diğer noktaya gelelim: Patlama bomba değil. Ancak patlamanın kaynağı her ne olursa olsun, bunun Pınar Selek'le ne ilgisi var? Pınar Selek'e hiçbir sorgusu sırasında patlamayla ilgili tek bir soru sorulmadı, sonra bir anda ortaya bir sanık çıkarılarak suçlanıverdi. Sonradan ifadesini “baskı ve ağır işkenceler altında” verdiğini söyleyen sanık Abdülmecit Öztürk... Öztürk önce, baskı altında Pınar'la birlikte eylemi gerçekleştirdiklerini söyledi, sonra da “Pınar Selek'i tanımadığını” defalarca açıkladı. Yıllardır sorduklarımız hala bâki: Hiçbir bulgu ve suç delili ile desteklenmeyen ve Öztürk'ün hukuk skandalına dönen, baskı ile alındığını belirterek red ettiği ifade tutanağı nasıl kabul edilebilir? Ayrıca, patlama ile ilgili ifadesi dahi bulunmayan ve beraat eden Pınar Selek yeniden yeniden suçlanır da, “eylemi yaptım” diyen Öztürk’ün beraatinin kesinleşmesi nasıl açıklanır?

Bugün artık farkındayız ki, bu hukuki değil, sadece ve sadece politik bir dava... Mağdurlar, dışlananlar ve haksızlığa uğrayanların yanında; eşitlik ve özgürlük için mücadele eden, dürüst ve etkili bir sosyal bilimcinin, bir yol arkadaşının toplum için barış ve adalet mücadelesi. Dolayısıyla, bu dava Pınar'la aynı uğurda çalışanların, bizlerin davası. Pınar gibi düşünürlerin “bomba koydu” adı altında hedef gösterilmesi gibi politikalara ve birçok benzerlerine bizler bu ülkede yabancı değiliz. O yüzden adaleti sadece Pınar için değil, kendimiz ve memleketimiz için bekliyoruz...

Adalet yerine gelene kadar da talep etmeye devam edeceğiz; sadece Pınar için değil, tüm karanlıkların aydınlığa ulaşması, vicdanların rahat etmesi ve Türkiye'de huzurun sağlanması için, çünkü, başka türlü yaşamak mümkün değil.

Amargi Kadın Kooperatifi



Türcülüğün Kökeni



HAYVAN ÖZGÜRLÜĞÜ-İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ


Hayvan Özgürlüğü Nedir?

Hayvan özgürlüğü; tür farkı gözetmeksizin bütün hayvanların zulümden ve sömürüden uzak bir şekilde özgürlüğü hak ettiği nosyonudur. Bu da kafeslere, sahiplere ve zulme hayır anlamına gelmektedir.


İnsan Özgürlüğü Nedir?

İnsan özgürlüğü; cinsiyet, ırk, cinsel tercih, yaş, ekonomik sınıf, fiziksel yeterlilik ve benzeri farklılıklardan uzak bir şekilde özgür olmayı, sömürüden ve baskıdan uzak olmayı hak ettiği nosyonudur. Bu da köleliğe, tacize ve ayrımcılığa hayır demektir.

İnsan ve Hayvan Özgürlüğünün Bağlantısı

Bir kadından hoşlanmayınca ona kancık diyenler vardır. Aynı şekilde ABD, 2. Dünya Savaşı'nda Japonlarla savaşırken Japonlara Jape deniyordu (Japon ve maymun-ape- kelimesinden türeme). İnsanları aşağılamak için neden hayvan isimleri kullanıyoruz? Bu sadece bir raslantı mı?

Hitler, insanların kitleler halinde öldürülmesini sağlayacak metodlar geliştirdiği zaman Chicago'daki mezbahaların kitlesel mekanize öldürme sistemlerini taklit etmişti. Bu sadece bir raslantı mı?

Bir mezbaha çalışanı şöyle söylüyor: İş stresimi ve öfkemi hayvanlardan, karımdan ve kendimden çıkarıyordum, bir yandan da içiyordum. Bu sadece bir raslantı mı?

Bunlar raslantı değiller. Bunlar hayvanların da insanları ezen dominant kültür içerisinde aynı baskı kökleriyle ezildiğini gösteriyor.

Bunun Önemi Nedir?

İnsan ve hayvan özgürlüğü arasındaki bağları anlamak iki sebepten ötürü önemlidir:

1- Çünkü baskının köklerine odaklanır. İktidar ve tahakkümün analizini yapmadan toplumda sistemli bir değişim yaratamayız. Bir grubun maruz kaldığı baskıya meydan okumak için diğer grupların maruz kaldığı zulümleri anlamak ve ondan sonra herkesin maruz kaldığı baskıya meydan okumak zorundayız.

2- İnsanların baskıyı her türlü biçimiyle incelemesi gerekiyor. Hareketlerimiz arasındaki kesişme noktalarında kendimizi eğiterek ve eylemciliğimize baskı analizlerini de ekleyerek insanların, hayvanların, dünyanın özgürlüğü için aynı anda mücadele edebilir ve bütün hareketleri güçlendirebiliriz.

Bütün baskı biçimleri bazı varlıkların diğerlerinden üstün olduğu nosyonuyla desteklenmektedir. İmtiyaz elde etmek için üstün kabul edilen grubun bu üstünlüğü haklı çıkarması gerekmektedir. Değişik baskı biçimlerine bakarak üstünlüğün haklı çıkarıldığı yollardaki benzerlikler olduğunu görebiliriz. Bunlar baskının ortak noktalarını temsil ederler.

Değerlerimiz

Değer hiyerarşileri zıt oldukları, kapsayıcı oldukları ve değer anlamında farklı oldukları düşünülen kavram çiftleridir. Bazı örnekler verilebilir; akıl/duygu, vücut/zihin, kültür/doğa, erkek/dişi, beyaz/siyah, zeki/pasif ve insan/hayvan. Bu kavramlar tamamen zıt ve kapsayıcı olmasa da tarihsel olarak kadınlar, siyahlar ve hayvanlar daima bu düalizmlerin ikinci özelliğiile nitelendirilmiştir (duygu, vücut, doğa, pasiflik ve hayvanlık), bunlar da birincil niteliklere göre daha aşağı bir durumda kabul edilirler (akıl, zihin, kültür, zeka ve insan olma/erkek olma durumu).

Haklar, imtiyazlar ve özgürlükler genellikle grubun üstün özelliklere (mesela akıla) sahip olmadığı ya da aşağı bir özelliğe (mesela duygu) sahip olması sebebiyle reddedilir. Benzer mazeretler farklı grupları ya da bireyleri sömürmek için sık sık kullanılırlar. Değer hiyerarşilerinin bireyleri ezmek için kullanıldığ örnekler bulmak oldukça kolay- kadınlar oy kullanmak için yeterince zeki değildir, siyahlar özgür yaşamak ve kendi kararlarını verdikleri kendi hayatlarını sürmek için fazlasıyla yabanidirler veya hayvanlar rasyonel varlıklar değildir, bu yüzden içsel bir değere sahip değildirler.

Büyük Zincir

Büyük Varlık Zinciri, doğal hiyerarşileri tanımlamak için klasik ve orta çağ zamanlarında geliştirildi. Bu zincir (beyaz) erkekleri (Tanrı'ya en yakın) konuma koyuyordu, hemen ardından kadınlar, çocuklar, siyahlar, hayvanlar ve doğa geliyordu. Bu zincir hak sahibi varlıkların ve diğer kaynakların keyfi olarak sömürülmesini haklı çıkarıyordu.

Nadiren bu zincirden söz edilse de günümüz düşüncesindeki etkisi hala daha büyüktür. Modern toplumda belli bireylerin diğerlerine kıyasla daha fazla bir içsel değeri olduğuna dair sözü edilmeyen bir "ilgi" bulunmaktadır. Bu hiyerarşi genellikle Tanrı'ya, geleneğe veya bilimsel araştırmalara (genellikle hiyerarşilerin var olduğunu kanıtlamak için) başvurularak haklı çıkarılmaktadır.

Önyargılı bilimsel araştırmalara örnek olarak Pieter Camper'ın "yüz açısı" çalışmasını verebiliriz. Camper'a göre Avrupalılar Afrikalılardan daha zekidir, ya da kadının vücuduna oranla beyin büyüklüğü erkeklere kıyasla daha çocuksu olduklarını göstermektedir, bu da kendilerini kontrol edebilme yeteneklerinin olmadığını ortaya koymaktadır. Hayvan zekasını inceleyen araştırmalar insanların performansının iyi olduğu bilişsel olaylar kullanırlar, hayvanların farklı bilişsel kuvvetleri olduğunu kabul etmezler. Bu tür araştırmalar eski zamanlarda yaratılmış "doğal hiyerarşiler" güçlendirir ve bunları "bilim" adıyla yeniden ortaya koyar.

İnsan oluşumuzu bu gezegeni paylaştığımız diğer hayvanlara bakarak tanımlıyoruz. İnsan oluşumuzu diğer hayvanlardan daha hızlı evrim geçirmiş ve zeki olarak tanımlıyor ve kendimizi rasyonel düşünce aracılığıyla dil kullanıp davranışımızı kontrol edebilen varlıklar olarak ortaya koyuyoruz. Hayvan olmaya karşı insan olmamızı tanımlamamız insanların hayvanların üstünde yer aldığı bir hiyerarşi yaratır.

Buradan yeni bir hiyerarşi oluşabilir, bu sefer bazı insanlar kendilerini diğerlerinden daha "insan" sayabilirler. Tarih boyunca, ezilen her gruba hayvanlara ait nitelikler atfedilmiştir: kölelere "büyükbaş hayvan" muamelesi yapılmıştır, Yahudilere "adi hayvanlar" denmiştir, kadınlar "şişman sığırlar" olmuşlardır. Bu kavramsal çerçevede daha fazla insan oldukları düşünülenlere daha fazla imtiyaz tanınmıştır.

Örneğin, değer hiyerarşilerinde daha alt tabakaya ait kabul edilen nitelikler ayrıca daha hayvanî olarak kabul edilmiştir. Büyük Varlık Zinciri, "aşağı ırklar" insanlardan çok hayvanlara yakın şeklinde tanımlamaktadır. İnsan, iktidar yapısını karşısındaki öznenin hayvan olduğu önkabulü üzerine (ve bu yüzden de değersizliği üzerine) kurmuştur. Sonuç olarak da bu hiyerarşilerden hiçbirisi tür bariyeri yok olana dek ortadan kalkmayacaktır.

Canlıları zincirde daha yükseklere çıkararak ya da toplumu baskı altındaki grupların onların içsel değeri olduğuna dair ikna etmeye çalışarak (mesela kadınlar zekidir, hayvanlarda akıl vardır gibi ikna çabaları) zulüme karşı savaşamayız. Eğer bireylerin maruz kaldığı tavırların değişmesini istiyorsak bir bireyin diğer bir bireyden daha üstün bir içsel değeri olduğu ve aramızdaki farklılıkların doğal üstünlükle sona ereceği nosyonunu ortadan kaldırmak zorundayız. Değerlerimizi yeniden doğayla ve duygularla birleştirmeliyiz, farklı ırklarla ve hayvanlarla birleştirmeliyiz. Bizleri birey yapan niteliklerin farklı oluşuna eşit değerler vererek tahakküm ve baskı örüntülerini bozmaya başlayabiliriz.

Bu Kavramlar Neden Önemlidir?

Benzeri haklı çıkarmalar farklı tahakküm biçimleri için kullanılırlar. Bu yüzden tarım toplumlarının başlangıcında farklı hiyerarşilerin beraber ortaya çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Farklı baskı türleri arasındaki sembolik, kavramsal ve nedensel bağlantılar dikkatimi çekiyor. Tahakkümün köklerine bakmaksızın toplumun yaralarına sadece bant koymuş oluruz. Ya da daha kötüsü, bir grubu alçaltırken bir diğerinin statüsünü yükseltmiş oluruz. Hiç birisi de uğruna mücadele ettiğimiz toplumu yaratmayacaktır.

Bu websitesi insanlara insan,çevre ve hayvanların maruz kaldığı baskıları insanlara anlatmak amaçlı bir site. Geçmişte, insanlar hayvanların maruz kaldığı zulümleri insanların maruz kaldığı zulümlerle kıyaslamaya kötü gözle bakıyorlardı; ancak, Marjorie Spiegel tarafından dile getirildiği gibi, hayvanların yaşadığı acıları siyahlara (ya da başka grupların yaşadığı acılara) benzetmek sadece türcüler için hakaret niteliği taşıyor; hayvanların ne olduğu konusunda yanlış bir nosyon sahibi olanlar için böyle bir nitelik taşıyor.Kendisi gibi acı çeken bir canlının kendisine benzetilmesinden rahatsız olan insanlar türcülerin propagandasından etkilenen insanlardır.Hayvanlara olan benzerliğimizi reddetmek demek kendi gücümüzü inkar etmek ve altını oymak demektir.Kurban olanlardan çok bizleri kurban durumuna düşürenler gibi olmak istiyoruz demektir.

Geleneksel değerleri eleştirmeliyiz.
Bu değerlere yaslanan politik kurumları eleştirmeliyiz.
Ve kendi önyargılarımızı eleştirmek zorundayız.

IRKÇILIK

Irkçılığı savunanlar farklı ırk gruplarını hayvanlara benzetirler.Böyle yaparak, o ırk grubu Batılılara kıyasla evrimsel manada daha aşağı ve daha az zeki olarak kabul edilir.Bir kez hayvan olarak damga yedikten sonra, o ırk grubuna hayvanlarmış gibi davranılabilir.

Farklı ırktan insanlar üzerinden tahakküm ve kontrol sahibi olma denemesi içerisinde kölelik yandaşı yazarlar Afrikalı Amerikalıları hayvan diye niteleyerek onları aşağıladılar. "The Negro as a Beast" (1900) gibi çalışmalar "Vahşi Zenci" gibi klişeler yaratmıştır, bu tür klişeler de Afrikalı Amerikalıları maymunlara ve önüne gelenle seks yapan hayvanlara benzetmiştir. Siyahlar insan altı, kötülük dolu, suça yatkın, akıl sahibi olmayan insanlar olarak gösterilmiştir, böylece siyahlar beyaz erkekler tarafından kontrol edilip boyun eğdirilmesi gereken hayvanlar olduğu nosyonu sürdürülmüştür.

Bu tür insanlıktan çıkarıcı etiketler bugün de devam ediyor. Örneğin, beyaz bir üstünlükçü ırkçı felsefenin dünya görüşünü nasıl değiştirdiğini şöyle anlatıyor: Bambaşka bir dünyaydı, siyahları görürdüm ve hepsini de maymunlara benzetirdim.

Bu teknik Nazi rejimi sırasında Yahudileri ezmek için de kullanılmıştır. Yahudilere genellikle domuz, köpek, sıçan, fare ve parazit gibi kelimeler kullanılmıştır, böylece Aryan ırkından aşağıda oldukları ispat edilmeye çalışılmıştır. Amerikan Yerlileri de bu tür bir dilden muzdarip olmuştur, sömürgeciler tarafından "vahşi hayvanlar" olarak görülüp koyunlar gibi ehlileştirilmesi gerektikleri düşünülmüştür. İnsan değil de hayvana yakın oldukları düşünülünce toplu kıyımların yapılması rasyonalize edilmiştir.

Hayvanları kullanarak dilde aşağılamak savaş zamanlarında da düşmanı küçük düşürmek için kullanılmıştır. Japonlara 2. Dünya Savaşı'nda sarı maymunlar ve deli köpekler denmiştir. Vietnam Savaşı'nda Vietnamlılara toprağı işgal eden parazitler denmiştir. Irk gruplarını savaş zamanında hayvanlara dönüştürerek düşmanın acıya ve ızdıraba işkenceye maruz bırakmanın yarattığı suçluluk duygusu bertaraf edilmiştir.

Bugün hayvanları sömürmek için kullanılan yöntemlerin çoğu insan köleleri kontrol etmek için de kullanıldı. Tarihsel bir benzetme yaparak Jacoby, hayvanların evcilleştirilmesinin insan köleliği için bir model yarattığını söyledi.

The Dreaded Comparison adlı roman Afrikalı Amerikalılara Kuzey Amerika'da yapılan korkunç eylemlerin bugün de hayvanlara uygulandığını ortaya koyuyor. Avrupalı sömürgecileri Afrikalıları anavatanlarından çalınca onları zincirlere vurup sıkış tıkış bir halde gemilerle Amerika'ya taşıdılar, koşullar öyle kötüydü ki siyahların yarısı yolda öldü. Bu gemiler bugün büyük baş hayvan taşımacılığı için kullanılmalarıyla ünlüdür, ve modern hayvan taşımacılığı koşullarının birebir aynısıdır. Domuzlar, tavuklar, inekler ve diğer hayvanlar 12, 36 ve hatta 72 saat boyunca su veya yiyecek olmaksızın çok zor hava koşullarında nakledilmekte ve bu hayvanların bir çoğu ulaşım stresinden kaynaklı aşırı kilo kaybı yaşamaktadır.

Çeviri: CemC
Kaynak: hayvanozgurlugu.com

17 Şubat 2010 Çarşamba

Saka avına maddî tazminat...

Metin A. yere ağ gerip 20 saka kuşu avladı. Jandarma yakaladı. Çevre ve Orman Bakanlığı kuşlar için dava açtı, 8 bin lira tazminat istedi. Yerel mahkeme reddetti. Bakanlık Yargıtay’a gitti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, mahkemenin ret kararını oybirliği ile bozdu. Mahkeme direndi. Bakanlık temyiz etti. Yargıtay Hukuk Dairesi Genel Kurulu kararı verdi: “Davalı eylemi nedeniyle tazminat ile yükümlüdür.”

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu, kaçak avcıları affetmedi. Yargıtay, hayvanların canlı olarak ele geçirilip, doğaya salınmalarının, kaçak avcıları tazminat yükümlülüğünden kurtarmayacağına karar verdi. Kararda, kaçak avcılar cezalandırılırken, “canlı” veya “cansız” hayvan ayrımı yapılmadığına, tazminat konusunda karar verilirken de bu ayrımın sonucu değiştirmeyeceğine dikkat çekildi. Yargıtay bu kararı İzmir’de 20 sakayı kaçak ve usülsüz avlayan Metin A’nın davasında verdi. Metin A., 5 Nisan 2006’da Menemen Palamuttepe’de yere ağ gerip kuş avlarken, jandarma tarafından suçüstü yakalandı. Yakaladığı 20 saka kuşuna el konuldu. Sakalar, “Teslim ve müşterek imha tutanağı” ile 6 Nisan 2006’da jandarma karakolundan doğaya salıverildi. İzmir Çevre ve Orman Müdürlüğü, idari yaptırım tutanağı düzenleyerek, Metin A’ya 428 lira para cezası kesti.

Bakanlık dava açtı

Çevre ve Orman Bakanlığı, saka kuşları için İzmir 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava da açtı. Bakanlık, Metin A’dan canlı olarak avladığı 20 saka kuşu için tanesi 400 liradan 8 bin lira maddi tazminat talep etti. Saka kuşlarının doğaya salıverilmesini dikkate alan mahkeme, bu nedenle zarar doğmadığına hükmedip bakanlığın tazminat davasını reddetti. Bakanlık kararı temyiz etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, mahkemenin tazminatı ret kararını oybirliği ile bozdu. Bozma kararında şöyle denildi: “Gerek Kara Avcılığı Yasası gerekse Merkez Av Komisyon kararları uyarınca usulsüz av bakımından canlı veya cansız hayvan ayrımı yapılmamıştır. Şu durumda davalı eylemi nedeniyle tazminat ile yükümlüdür.”

Dosyalar savaşı

Mahkeme, Yargıtay’ın bozma kararına “zarar doğmadığı” gerekçesiyle direndi. Çevre ve Orman Bakanlığı direnme kararını da temyiz etti. Bunun üzerine saka kuşlarının davası Hukuk Genel Kurulu’nun önüne geldi. Kurul, 3 Şubat Çarşamba günü mahkemenin direnme kararını bozdu. Dosya yeniden İzmir 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne gönderilecek. Mahkeme, bu kez Kurul’un bağlayıcı kararı ışığında Metin A’yı kaçak avladığı sakalar için 8 bin liraya kadar maddi tazminat ödemeye mahkum edecek.

Nesli tükeniyor

SAKA, (carduelis carduelis, european goldfinch eng.) ispinozgiller familyasından taneci, ötücü bir kuştur. Yüzün ön kısmında kırmızı renkli maske, kanat teleklerinin yanlarındaki sarı şerit, göz ve başın üstünden boyun altına kadar uzanan siyah bir atkı bulunur. Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Afrika, fundalıklar, makilikler, Sibirya stepleri, dikenlik açık alanlar ve akarsu başlarında yaşar. Her yöreye ait yerli sakalar olmakla beraber yurdumuzda Anadolu sakası, Akdeniz sakası, Sibirya sakası, Himalayan sakası türleri vardır. Sakalar nesli tükenen ve koruma altındaki kuşlardan oldukları için yakalanması ve avlanması yasak hayvanlar kategorisine girmektedir.

Oya ARMUTÇU / ANKARA

Kaynak : http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=13719256

Film Gösterimi: INTO THE WILD | Yabana Doğru

"Yabana Doğru", toplum tarafından onaylanmış bir hayat idealini yansıtan tüm ölçütleri bir kenara bırakıp, diploma, kredi ve kimlik kartlarını kesip atarak, banka hesabındaki 25.000 doları bir hayır kurumuna bağışlayıp doğada yaşamaya giden Chris McCandless’ın gerçek yaşam öyküsü.

Sean Penn tarafından Eddie Vedder’ın unutulmaz müzikleri eşliğinde sinemaya da uyarlanan Yabana Doğru, insanın arayışlarını, sistemin ve toplumun hırs-tüketim-kariyerizm-konformizm çıkmazlarına sorgulayan, akıllardan kolay kolay silinmeyecek gerçek bir öykü.

18 Şubat Perşembe 19:00 – Film Gösterimi
INTO THE WILD |
YABANA DOĞRU


Yeşilev - İstiklal Cad Balo Sok No 21/1 Beyoğlu 0 212 244 77 80

http://www.facebook.com/event.php?eid=335717805849
http://www.yesilev.info/

Fener - Balat - Ayvansaray yıkımları ile ilgili bir çağrı...

Donkişot’un yel değirmenleriyle savaştığını herkes bilir… Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir de aynen Donkişot gibi Fener-Balat-Ayvansaray halkının "EVLERİMİZE DOKUNMA" yazılı afişine savaş açmış durumda…

Ama aralarında önemli bir fark var Donkişot halktan biridir ve kötülere karşı savaş açmıştır… Mustafa Demir ise halkın oylarıyla seçilmiş, halkı temsil etmesi gereken biri iken kötülerle bir olup halka karşı savaş açmıştır…

Fener-Balat-Ayvansaray’daki "YIKIMA DUR DEMEK" ve evlerimizi korumak için "EVLERİMİZE DOKUNMA" diye bir afiş hazırlamış ve dernek başkanımız Hasan Acar’ın binası ile dernek binamıza asmıştık.

Fatih Belediyesi Zabıta, itfaiye, Polis ekipleri, elinde ne kadar güç varsa toplayıp mahallemize gönderdi bunun üzerine. Fatih Belediyesi günlerdir terör estirdi mahallemizde…

Bir haftadır afişlerimizi yasal yollardan asmak için –daha önceki iznimizi tanımadıklarını söylediler çünkü- tekrardan izin almanın yollarını aradık; Mustafa Demir "bu izni size verdirtmeyeceğim ve o afişleri de astırmayacağım" diye garip ve zorba bir tutum içine girmiştir Fener-Balat-Ayvansaray halkına karşı…

Yarın Fener-Balat-Ayvansaray halkının Fatih Belediyesine ve Mustafa Demir’e önemli bir cevabı olacak… Hep birlikte bir basın açıklaması ile "EVLERİMİZE DOKUNMAYIN" diyeceğiz derneğimizin önünde...


Bu protestomuz ve basın açıklamamıza bütün basın mensuplarını, gönül dostlarımızı, desteklemek isteyen platformlar, dernekler ve kuruluş temsilcilerini dayanışma için bekliyoruz…

Yarın bütün halkla beraber Balat Mahallesi, Vodina Caddesi, No:38, FENER adresinde, saat 12.00’de derneğimizin önünde toplanıyoruz…

FEBAYDER Basın Sözcüsü ve Genel Sekreteri: Çiğdem Şahin / Cep: 0535 815 76 62

Afiş savaşı ile il
gili haberin detayı için: www.febayder.com

Bir nefret cinayeti daha...

İstanbul, Fatih'te Transseksüel Cinayeti

Aycan isimli transseksüel ile ev arkadaşı, İstanbul Fatih'teki dairelerinde bıçaklanmış halde bulundu.

Fatih'te Aycan’ isimli transeksüel ve aynı evi paylaştığı arkadaşı Seyhan Ö. (32), kimliği belirsiz kişilerin bıçaklı saldırısına uğradı. Saldırıda, boğazına tek bıçak darbesi alan Aycan yaşamını yitirdi, ağır yaralanan Seyhan Ö. hastaneye kaldırıldı.

Şehremini Koyuncu Sokak'taki dairede, saat 01.30 sıralarında ‘imdat’ sesleri duyan apartman sakinleri polisi aradı. Eve gelen polis kapıyı açan olmayınca, çilingir çağırdı. Ancak çelik kapıyı çilingir de açamadı. Bu kez itfaiyeden yardım istendi. İtfaiye kapıyı balyozla kırdı. İçeri giren polis, iki kişiyi kanlar içinde yatarken buldu. Sağlık ekiplerinin yaptığı kontrolde Aycan’ın boğazına aldığı bıçak darbesi sonucu yaşamanı yetirdiği belirlendi.

Yaralı İtfaiye Merdiveni İle İndirildi
Vücudunun çeşitli yerlerinde bıçak darbesi bulunan Seyhan Ö.’nün yaşadığını belirleyen sağlık ekipleri, yaralıyı merdivenden indirmek istedi. Ancak merdivenlerin çok dik ve dar olması bunu önledi. Bunun üzerine yaralı, sedyeye sarıldıktan sonra itfaiyenin merdiveni ile aşağı indirildi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılan Seyhan Ö.'nün de hayati tehlikeyi atlatamadığı belirtildi.

Olayı araştıran polis ekipleri, apartman sakinlerinin gürültüden sonra evden çıkan 3 kişiyi gördüklerini söylediklerini belirtti. Bunun üzerine polis, çevredeki MOBESE kameralarını incelemeye aldı.

Öte yandan çok sayıda transseksüel birey, olayı duyarak evin önüne toplandı. Polis, kalabalığı sakinleştirmekte güçlük çekince, takviye ekip istedi. Kalabalıktan bazı kişiler basın mensuplarına saldırdı. Saldırı nedeniyle çekim yapamayan basın mensupları olay yerinden polis gözetimde uzaklaştı.

Aycan’ın cesedi incelemelerin ardından Adli Tıp Kurumu morguna kaldırıldı. Cinayetle ilgili soruşturma sürüyor.

Kaynak: KaosGL

14 Şubat 2010 Pazar

LGBTT'ler Ayrımcılık Karşıtı Anayasa İstiyor

Hukukçular, aktivistler ve gazetecilerle hazırladıkları anayasa taslağını tartışan LGBTT Hakları Platformu eşitliği düzenleyen maddeye "cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadeler eklensin" diyor. Örgütlenme çalışmalarına engel olarak gösterilen "genel ahlak" tanımının ayrımcılığa olanak vermeyecek şekilde tanımlanmasını talep ediyor.

LGBTT Hakları Platformu üyeleri Yokyagarta İlkeleri ışığında hazırladıkları Anayasa'ya önerilerinden oluşan taslağı hukukçularla, gazeteciler ve aktivistlerle tartıştı.

Toplantıda Platform, Anayasa'nın eşitliği düzenleyen 10, temel hak ve hürriyetleri düzenleyen 12, ailenin korunmasıyla ilgili 41. maddelerle ilgili düzenleme talep ediyor. Örgütlenme özgürlüğü, sendikal haklar, çalışma hayatı, barınma ve eğitim hakkı gibi konuları düzenleyen maddelere cinsel yönelim cinsiyet kimliği ayrımcılığını engelleyen ifadelerin eklenmesini talep ediyor.
Yapılan tartışmanın ardından Anayasa'nın LGBTT'ler gibi ayrımcılığa maruz kalan grupları kapsayacak bir biçimde düzenlenmesi konusunda çalışmalarını yürütme kararı alan LGBTT Hakları Platformu hazırladıkları öneri taslağını nisan ayında yayınlayacak.

"Genel ahlak" tanımlansın
Dün (13 Şubat) Lambdaistanbul LGBTT Derneği'nin Beyoğlu'nda bulunan kültür merkezinde yapılan toplantıya Prof. Dr. Şevki Sözen, Yard. Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım, Dr. Begüm Başdaş, avukatlar Elif Ceylan Öszoy, Yasemin Öz ve Fırat Söyle ile Hevjin LGBTT Oluşumu, MorEl Eskişehir Oluşumu ve Lambdaistanbul üyeleri katıldılar.

Başdaş ve Platform üyesi Bora Bengisun'un sunumlarının ardından taslak üzerine yapılan tartışmalar da 1982 Anayasa'sında özellikle LGBTT'lerin var oluşlarının, örgütlenme, çalışma, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel insan haklarında yararlanmalarının önünde engel olan maddelere "cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadelerinin eklenmesi talebinde ortaklaşıldı.

Yogyagarta ile sınırlanmayacak daha geniş olacak tüm ayrımcılıkları kapsayacak şekilde yeniden yazılacak olan taslakta Anayasa'da sıklıkla kullanılan "Herkes" ifadesinin "Herkes, dil, din, ırk, etnik köken, mezhep, cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ayrımı yapılmaksızın" şeklinde değiştirilmesi istenecek.

Türkiye'de beş dernekleşen beş LGBTT örgütüne "genel ahlaka" ve "Türk aile yapısına" aykırı oldukları gerekçesiyle davalar açıldı. Kaos GL, Pembe Hayat ve Bursa Gökkuşağı'na açılan davalara gerek görülmezken, İstanbul Valiliği'nin açtığı davada yerel mahkeme Lambdaistanbul'un kapatılması yönünde karar verdi. Yargıtay bu kararı reddederek derneğin çalışmalarını sürdürmesine karar verdi. Ancak bu kararda derneğin "LGBTT'liği yaygınlaştırmaması" şartı kondu.

LGBTT örgütlenmelerine açılan son dava İzmir Valiliği'nin aynı gerekçelerle kapatılmasını istediği Siyah Pembe Üçgen derneğiydi. İlk duruşması 9 Şubat Salı günü görülen dava 20 Nisan'a ertelendi.

LGBTT Hakları Platformu bu davalara gerekçe olarak gösterilen "genel ahlak" kavramının açıklanmasını ve LGBTT bireylerin varoluşlarının "genel ahlaka" aykırı olmadığı açıkça maddede ifade edilmesini, diğer maddelere de temel hak ve hürriyetlerin aleyhine sınırlayıcı şekilde yorumlanamayacağının eklenmesini istiyor.

Platform üyeleri ve avukatlarının hazırladığı taslak dün yapılan tartışmaların ardında yeniden revize edilecek ve ayrımcılık karşıtı, çağı genişletilmiş bir şekilde yeniden hazırlanacak.

* LGBTT Hakları Platformu'nun çalışmaları, Kaos GL, Lambdaistanbul, Siyah Pembe Üçgen, Hevjin LGBTT Oluşumu, MorEl Eskişehir LGBTT Oluşumu ve Pembe Hayat üyeleri ve avukatlar Elif Ceylan Özsoy, Senem Doğanoğlu, Yasemin Öz ve Fırat Söyle tarafından yürütülüyor.

* LGBTT: Lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüelin kısaltması.

Bia Haber Merkezi
14/02/2010

İnsan ihtiyaçları için sömürülen hayvanların, "yemeklik et" sürecine kadarki yaşamı.. tabii yaşam denilebilirse...

konuşma yok, empati yeterli / no narration, empathy is enough !!!


Why? from Euthanasia-brigade on Vimeo.

simply the best from Euthanasia-brigade on Vimeo.


HAYVANLAR...

Hayvanlar hakkında genel bir biçimde konuşmaktan kaçınırım. Bence “hayvanlar” diye bir şeyden bahsedilemez. “Hayvanlar” dediğiniz anda, birşeyleri anlamamaya ve de hayvanı bir kafese kapatmaya başlamışsınız demektir.. Değişik hayvan türleri arasında dikkate değer miktarda farklar söz konusudur. Hepsini bir araya, tek bir kategori altında toplamanın bir açıklaması yoktur: maymunlar, arılar, yılanlar, köpekler, atlar, eklembacaklılar ve mikroplar.. Tüm bunlar birbirinden radikal bir biçimde farklı canlı organizmalardır ve tüm bunlara hayvan diyerek hepsini bir kategori altına koymak, maymunu ve karıncayı, gayet şiddet barındıran bir jesttir. İnsan olmayan tüm canlıları tek bir kategori altında toplamak, öncelikle, aptalca bir tutumdur, teorik açıdan saçmalıktır ve tam da insanların hayvanlara uyguladığı gerçek şiddete iştirak etmek demektir. Mezbahanelere, endüstriyel muamelelere maruz kalmalarına, tüketilmelerine yol açan şey budur. Hayvanlara yönelik tüm bu şiddet, genel olarak “hayvanlar”dan bahsedilmesine olanak sağlayan bu kavramsal basitleştirme ile vuku bulur. Bu sebeble, dilime dikkat ederek, “hayvanlar” hakkında konuşmam. “Bu spesifik hayvan türü” ya da “ şu ya da bu hayvan” diye bahsederim.

Jacques Derrida

(Gün Doğmadan: Elisabeth Roudinesco ile Söyleşi)


Ahlaken Yanlış Olmasının Yanı Sıra Hayvan Deneylerinin Bilimsel Araştırmalara Katkısı Yok Denecek Kadar Az.

Kaiss ve Paul York

Toronto Üniversitesi’nin kapalı kapılarının arkasında canlı hayvanlar insanlık dışı bilimsel araştırmaların ve deneylerin özneleri durumundalar. Bağışıklık uzmanları ve tıbbi araştırmacılar; fareler, domuzlar, tavşanlar, primatlar, kaplumbağalar, kobay fareleri ve omurgasız hayvanlar üzerine Tıp Bilimleri ve MaRs binalarında zalim ve gereksiz deneyler yürütüyorlar. Bu deneyler sık sık üniversiteye taleplerini yerine getirmesi için para ödeyen şirketler adına yapılıyor.

Ancak bu zalim uygulamada Toronto Üniversitesi tek örnek değil. Bu tür deneyler her yerde yapılıyor.

Tıbbi deneyler, ürün denemeleri ve eğitim amacıyla hayvanların kullanılması , hem çok tartışılan hem de üzerine çok fikir üretilen bir konu. Meseleler kompleks olsa da, hayvan deneylerinde çekilen acı ne yazık ki çok gerçek. Kanada’da her sene araştırma merkezleri ve üniversitelerde milyonlarca hayvan federal ve özel finans sağlanarak deneylerde kullanılır. Örneğin; rhesus maymunları gibi primatlar (ayrıca makak maymunları olarak da bilinirler) hayatları boyunca laboratuarlarda tutulup ölene dek testlere tabi tutulurlar. Çeşitli deneylerde kullanılırlar, büyük acı çekmelerine sebep olan ve sıklıkla SARS, TB HIV, hepatit ve çeşitli kanser türlerine yakalanmalarına sebep olan klinik ilaç denemelerinde kullanılırlar. Primatlar ayrıca rutin olarak mütemadiyen senelerce yoksunluk deneyleri ve psikolojik deneylerde kullanılırlar.

Çoğu hayvan deneylerden sonra ötenazi ile öldürülür. Hayatlarının bir manası yoktur.

Hayvan deneylerini savunanlar sık sık bu tür deneylerin insan hayatını kurtardığını söyler; ama aslında hayvan deneylerinin çoğunun insanlığa bir faydası yoktur. Bazı hayvan deneylerinin gerekli aşamaları sağladığını gördüğümüz birkaç ünlü örnek var; ancak bu iddiaların açık seçik, net örnekler olduğu söylenemez.

Bir örnek olarak çocuk felci aşısını verebiliriz. Tıp camiasında da aşının maymunlar üzerinde klinik deneyler yapıldıktan önce mi sonra yapıldığına dair tartışmalar sürmektedir. Buna ek olarak, çocuk felci oranının şu an azalmış olmasının sebebi olarak toplumun daha iyi hijyen sağlaması gösterilmektedir, yoksa aşı değildir bu durumun düzelmesinin sebebi. Çiçek hastalığı aşısının da tartışmaya açık bir tarihi var, bazıları klinik deneyler başlamadan iyi sonucun elde edildiğini iddia ediyorlar.

“Dirikesim sayesinde başarılmış hiçbir başarıdan haberim yok, böyle bir barbarlık ve zulüm uygulanmadan elde edilebilecek bilimsel bir keşiften haberim yok.” Bu sözler ünlü Mayo Clinic’in başkan yardımcısının oğlu Dr. Charles Mayo’ya ait.

Kanada’daki hayvanları koruma kanunları hayvan denekleri korumak için neredeyse hiç bir şey yapmıyor. Kanada Hayvanları Koruma Konseyi, Kanada’da araştırma hayvanlarının kullanılmasını düzenlemek ve izlemek amacıyla kurulmuş federal bir kuruluş. Konsey, laboratuar hayvanlarına uygulanması gereken temek standartların altını çiziyor, ama burada esas olan rıza gözetmek. Bu konseyi eleştiren Brock üniversitesi sosyoloji bölümü hayvan hakları etiği uzmanı ve profesör David Sztybel insancıl olmayan davranışları engellemek amacıyla konan engellerin bir çok sebepten ötürü yetersiz olduğunu söylüyor. Mesela; emsal taramalar hayvanların çektiği acıya karşı duyarsızlaşan aynı bilim adamları tarafından yapılmaktadır. Bilimsel gelişme olarak kabul edilen standartlar oldukça düşük. Araştırma kuruluşları sistemli bir şekilde deneylere alternatif olabilecek yolları araştırma konusunda başarısızlık gösteriyorlar. Bazı araştırmacılar da finansal teşviklerle hibe parası elde etmelerini sağlayak klinik deneylere olumlu gözle bakmaktadır. Styzybel eleştirisini Konsey’in önlemek yerine hayvanlara uygulanan zulmü meşrulaştırdığını söyleyerek bitirir.

Hayvan deneyleri sayısız bilimsel çıkmaz sokaklara girilmesine yol açmıştır, daha insancıl tekniklere yönelmekten hem dikkatleri hem de finansal destekleri kendine doğru çevirmiştir. Gerçekte hayvan deneyleri nadiren ilaçların ve diğer ürünlerin insanlar için güvenli ve etkili olmasını garantiler. Düzenleyiciler insanlarda hastalığa ya da ölüme yol açması ve tepkiler sebebiyle bir çok ilacı piyasadan çekmiştir, bu hastalık ve ölümler daha önceki hayvan deneyleri tarafından tahmin edilememiştir. Örneğin, Thalidomide hiçbir olumsuz etki görülmeden binlerce hayvan üzerinde denendi; ama ardından piyasaya çıkarıldığında insanlarda ciddi deformasyonlara yol açtı. Bir ilacın bir insan üzerinde ne gibi bir etkisi olacağını bilmek için bu ilacın bir insan üzerinde uygulanması gerekir. Bu da şu anda piyasada bulunan ilaçların çoğunun ister laboratuarda ister dışarda olsun herhangi bir türe zarar vermesini haklı çıkarıp çıkarmadığı sorusunu ortaya koyuyor.

Hayvan deneylerine etik gerekçelerle karşı çıkanlar bir diğerine faydası olması için bir türe zarar vermeyi ahlaken yanlış buluyorlar. Söz konusu zarar vermek olunca insanlar ve hayvanlar arasında bir fark yoktur: hepimiz acı çekeriz, hiç birimiz esir tutulmak ve işkence görmek istemez. Eğer rıza gözetmeden yapılan deneyler ve işkenceye insanların maruz kalması etik olarak yanlışsa o zaman bunu hayvanlara yapmak da aynen yanlıştır. Ahlakbilimci Peter Singer şöyle söylüyor, “ya hayvanlar bize benzemiyorlar ve bu yüzden hayvan deneylerinin bizlere faydalı bir bilgi verdiği yok, ya da onlar bizim gibi, bu durumda deneyler kesinlikle yapılmamalı”.

Dahası, hayvan deneylerine alternatif olacak metodlar da mevcut. Modern ve yenilikçi metodlar arasında gelişmiş bilgisayar teknolojisi ve mikrocerrahi modelleri ve geribesleme mekanizmalarına sahip mankenler var, bu metodlar bir çok üniversitede norm haline gelmiş durumda. Bir çok üniversitede hiçbir hayvan laboratuarı bulunmayan müfredat programları kullanılıyor. John Hopkins Üniversitesi laboratuar hayvanları kullanmak yerine, acı ve stresi azaltmak için daha iyi testler yapmak ve deneylerde kullanılan hayvan sayısını azaltmak için yerine yeni metodlar arayan bilim adamlarıyla çalışıyor.Toronto Üniversitesi de bu örneği izlemeli ve kendisini bu insanlık dışı antika araştırma pratiklerinden kurtarmalıdır.

Çeviri: CemC

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?extend.440

Dünyanın Tüm İşçileri Çalışmayı Bırakın !

Gezegen ve insanlık tarihi, varoluşundan bu yana böyle muazzam ve vahşi bir yıkıma ve yok oluşa sahne olmamıştı. İnsanlığın 3-4 milyon yıllık varlığının şu son 200 yılda bu kadar tehlikeli ve ölümcül olmamıştı. Gezegen ve insanlık bir kıyametin kıyısında…

İktidarlarını asırlardır baskı, kan, zulüm, zor ve kölelikle sürdüren tahakküm mekanizmaları, Sanayi Devrimi’nden bu yana iktidarlarını koruyabilmek, geliştirmek ve yayılabilmek için özgürleştirici olduğu inancıyla “ilerleme, gelişme ve modernlik” kavramları adı altında bütün toplum tarafından sahiplenilen teknolojiyi ve acizleştiren uzmanlaşmaya yol açan işbölümünü kullana gelmektedir.

İnsanlık Sanayi devriminden bu yana, kapitalizmin temel kaynaklarından biri olarak birer üretim aracına ve bir makinenin dişlisine indirgenmiş durumdadır. Hayatlarımız ve değerlerimiz çalışma ve iş hayatı tarafından işgal altındadır. Çalışma ve iş daha önceleri kölelerin efendileri için yapmak zorunda oldukları bir uğraşken son iki asırda insanoğlunun en büyük değeri haline gelmiştir. Üretmek, çalışmak, çalışkanlık, üretkenlik kavramları sistemi ayakta tutan ve sistemin üzerine dayandığı en büyük değerlerdir.

Sanayi toplumunun ikinci asrında yaşayan bir nesil olarak bu değerleri bugünden sorgulamak ve eleştirmek imkansız gibidir. Çünkü doğduğumuz günden bu yana hayatımızda “çalışmak, çalışmak ve hep çalışmak” olmuştur. Sistem insanlığı çalışmanın esaretine iterken aynı derecede de acizleştiriyor ve hayatta kalabilmek için çalışmak farz kılınıyor.

Fakat “çalışmak=hayatta kalmak” müthiş ve saçma bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Hayatta kalmak için çalışmak zorunda olmaya inanmak bugünkü uygarlığın en içi boş ve acizleştiren inançlarından biridir. Bugüne kadar bir işçinin açlığını gidermesi için bir fabrikada ömrü boyunca vida sıkmak zorunda olması, bir ofis çalışanının susuzluğunu gidermesi için bütün gününü bilgisayar başında ve dört duvar arasında kırtasiye işleriyle uğraşarak geçirmesi ve teknolojinin her geçen gün daha da gelişmesiyle kendi kendisini sürdürmesi ve yenilemesi için her geçen gün yeni angaryaları insanın gündelik yaşamına empoze etmesi kadar saçma bir yaşam biçimi görülmemişti. İnsanoğlu bir zamanlar kendi yiyeceklerini üretebilirken veya toplayabilirken, kendi barınmalarını sağlayabilirlerken veya kendi sağlıklarını koruyabilirken kısaca kendi kendilerine hayatta kalabilirken bugün yaşamlarını teknolojinin, ilerlemenin ve uzmanların ellerine teslim ederek acizliklerini gönüllü olarak ilan etmiş durumda.

İş saatlerinin ve çalışmanın daha azalacağı inancı öngörülerek geliştirilen teknoloji bugün her geçen gün artan angaryalara, yeni teknolojilere ve kendi kendisini sürdürmeye gereksinimi olduğundan insanlığı aksine daha fazla çalışmanın ve iş hayatının batağına sokmaktadır. Her geçen gün yeni teknolojiler ve yeni sektörler ortaya çıkıyor. Teknoloji ve sanayi özü itibariyle insanın değil teknolojinin ve sanayinin ihtiyacına göre işliyor. Teknoloji ve sanayi toplumu insanlığı her geçen gün kendisine bağımlı kılıyor. En basit yeteneklerimizi bile bize unutturarak teknoloji ve makine karşısındaki acizliğimizi yüzümüze vuruyor. Gündelik yaşamdaki en basit yeteneklerimizi bile iş ve çalışma hayatının hızına yetişebilmek için pratik olmak adına feda ediyoruz. Hayatlarımızı ve hayatlarımız üzerindeki sorumluluklarımızı uzmanların, eksperlerin ve bilir kişilerin ellerine teslim ediyoruz.

Teknolojinin ve daha fazla çalışmanın insanlığı bu acizlikten, gezegeni de yok oluştan kurtaracağını düşünüyoruz. Fakat kesinlikle yanlış düşünüyoruz.. Çünkü bugün gezegeni ve insanlığı yok eden şey çalışmanın üzerinde temellendiği TEKNO-ENDÜSTRİYEL KAPİTALİST UYGARLIĞIN ta kendisidir.

Gezegeni kendi gelişimi ve çıkarı uğruna sömüren, talan eden, yok eden, insanlığı bir makinenin dişlisine indirgeyip birbirine düşüren, kendi yaşamını bile sürdüremeyecek kadar acizleştiren, dört duvar arası ve havasız olan kentlere hapseden, aç bırakan, katleden, köleleştiren insan dışındaki diğer canlıları teknolojinin emrindeki kölelere dönüştüren, onları katleden, kitlesel olarak imha eden bu sistem kendi varlığını ancak insanların onun için çalışmasıyla sürdürebilir. Onun için çalışacak kimse bulamazsa birkaç gün içinde çöküş sinyalleri vermeye başlar.

Onu ortadan kaldırabilmek için onun yaşam kaynaklarını sorgulamak kaçınılmazdır. Onun olmazsa olmaz değerlerine ve dayanak noktalarını sorgulamadığımız sürece varlığını sürdürecek ve sistem kendisini yeniden üretecektir.

Medya ve her türlü beyin yıkama aygıtı bize uygarlığın değerlerini fazlasıyla empoze etmiş görünüyor. Bu sistemi topyekün ortadan kaldırmakta ve her türlü tahakküm biçimini parça parça etmekte samimi olan Devrimci hareket bu sistemin üzerinde temellendiği “ilerleme, demokrasi, modernizm, teknolojik gelişme, çalışma-üretim” gibi değerleri sorgulamalıdır. Bu değerler sistemin insanlık arasında filizlendiği en meşru kavramlardır.

Tahakkümün ve köleliğin filizlendiği yer olduğuna inandığımız bu değerler, bugün ilaç şirketlerinin ilaçlarını satabilmeleri için yeni salgın hastalıkları yaymasını ve insanların her geçen gün tıp endüstrisine daha da bağımlılaşmasını, otomobil endüstrisinin küresel ısınmanın birinci nedeni olmasını ve muazzam bir ekolojik yıkımı getirmesini, hayvan endüstrisinin dünyayı hayvan otlakları açmak için çöle çevirmesini ve ormansızlaştırmasını,insanların gündelik yaşamın stresinden ve rutininden her geçen gün anti-depresanlara daha da bağımlılaşmasını, teknolojileri sürdürmek ve geliştirmek için yeni teknolojilere ihtiyaç duyulmasını ve angaryaların artmasını ve bu tekno-endüstriyel sistemin bitmek bilmeyen enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasını ve bu ihtiyacını gidermesi için doğayı ve uygarlığın elinin değmediği alanları talan etmesini içeriyor.

Bizlere ihtiyaç olarak sunulan şeyler, aslında tamamen tekno-endüstriyel kapitalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamak adına bize ürettirilen şeylerdir ve bu sistemin yıkımı yolunda mücadele etmek için sistemin can damarı olan üretimi reddetmek ve durdurmak gerekiyor. Olası yıkıcı bir hareketin özgürlükçü, çalışmanın, işbölümünün ve dolayısıyla teknolojiyle gelen uzmanlaşmanın olmadığı yerel ve desantralize bir yaşam biçimini geliştirmesi gerekiyor.

“Çalışmayı bırakın!” sloganı mantıklı bir öneri gibi görünmese de, arzuladığımız karşıt hareketin özgürlükçü ve tahakküm ilişkilerinin kırıntısının bile olmadığı, yerel ve doğayla uyumlu ilişki biçimlerini geliştirmesi halinde sistem adına çalışmak yerine, kendi kendimize, bize unutturulan yeteneklerimizi ve becerilerimizi yeniden kazanacağız ve kendi hayatlarımız üzerindeki kontrolü alabileceğiz.

Karşıt hareketin, çalışmak gibi sistemin kendini meşrulaştırdığı ve yeniden ürettiği değerleri yüceltmekten çok reddetmesi gerekiyor. Bu reddediş yaşam derdi olmayan, aylaklığı savunan küçük burjuva bir tavır değil, aksine hayatta kalmak ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için sorumluluk almakla alakalıdır. Ve sistemin can damarı olan çalışmanın ve üretimin karşısında bireysel değil toplumsal bir başkaldırıyı öneriyoruz. Çünkü biliyoruz ki, sistem üretim olmadan işleyemez.

Bunun için devrimi beklemek yerine, sistemi yeniden üretmeyeceğimiz ilişki biçimleri geliştirmek gerekiyor. Kendi hayatlarımız üzerinde kontrol alabileceğimiz, dayanışmayı ve paylaşımı merkeze alan yerel ilişki biçimlerine ihtiyacımız var. Özgürlükçü ilişki biçimlerini şimdiden yaratmadığımız sürece, devrimden sonra özgürlüğe ulaşmak bir hayalden öteye gitmeyecektir.

http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=19233

Kafesleri kim boşaltacak?

278239_2 Tom Regan, Kafesler Boşalsın adlı kitabında, hayvanlara uygulanan vahşice yöntemlere ilişkin, yüzleşmediğimiz ama birer tüketici olarak parçası, hatta sebebi olduğumuz şiddet kültürünü inceliyor

BARIŞ SAĞLAN

Yaşam alanlarını ellerinden aldığımız, doğalarına aykırı koşullarda yaşamaya zorladığımız ve bir çırpıda canlarını aldığımız hayvanlarla ilişkimiz, insanın ilişki kurma biçimine dair tüm özelliklerin en uç derecelerini ortaya koyuyor. İnsan topluluklarının birbirlerine göre hiyerarşik bir anlayışla konumlanmaları, güçlü olanın zayıfı türlü tahakküm yöntemleriyle ezmekle yetinmeyen, kimi zaman soyu ya da ırkı ortadan kaldırmaya yönelik girişimleri; insani olmayan koşullarda yaşamaya zorlanan halklar ve topluluklar, ahlaki sorgulamaların, uzun tartışmaların gündeminden hiçbir zaman düşmüyor. Peki, eşitsizliğin görüldüğü her yerde müdahalenin kaçınılmaz olduğunu söyleyen, eşitsizliklere örgütlü bir biçimde karşı koymayı göze alan kişilerin sayısı kaç?

Farklı düzeylerde yaşanan ahlaki çatışmanın günümüz toplumsal koşullarının ürünü olduğunu söyleyen felsefi bakış açısı, ideal bir toplumda bu çatışmanın ortadan kalkacağını öne sürer. Max Horkheimer gibi bazıları ise, kurgulanan ideal düzende dahi hayvanların dışarıda bırakıldığını fark etmiştir: “İnsan dayanışması [...] tüm canlı dayanışmasının bir yönüdür. Birincisini gerçekleştirmede kat edeceğimiz mesafe ikinci için duyarlılığımızı da güçlendirecektir. Hayvanların insanlara ihtiyacı var.” (aktaran Seyla Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, çev. İsmet Tekerek, İletişim Yay., 2005, 470 s.)

İnsanın kendi ahlaki sorunlarını çözmesi durumunda bile ele alınmayacak gibi görünen bir konuda insanları harekete geçmeye, kişisel bir karar alıp tüm hayatlarını buna göre düzenlemeye çağırmak ne kadar anlamlı? Bu olgu, sayıları hiç de fazla olmayan hayvan hakları savunucularının eylemleriyle yapmaya çalıştıklarının ne denli büyük bir özveriye dayandığını gösteriyor. Tom Regan, bu küçük grupta yer alan Amerikalı bir felsefeci. Kişisel deneyimiyle yazdığı Kafesler Boşalsın başlıklı çalışması, hayvanların yaşadıkları koşulları, çeşitli sömürü ve eziyet biçimlerini ortaya koyuyor.

Regan’ın hayvan haklarının gerekçelerini, hayvanların yiyecek, giyim, eğitim, araştırma ve deney malzemesi ya da spor ve eğlence aracı olarak sömürülüşünü örneklerle anlattığı kitabında kişisel deneyiminden yola çıkması, hayvan hakları savunuculuğunun “kişiselliğinin” önemini vurguluyor. Çünkü, hayvanların çeşitli amaçlarla şiddet görmelerinin, katledilmelerinin, “insanlığın yararına” olduğu gerekçesiyle onaylandığı, normalleştirildiği bir toplumsal düzende, kişilerin birey olarak karar verip buna göre yaşamak dışında bir şansları bulunmuyor. Regan da tartışmasına bu noktadan başlıyor ve öncelikle, hayvanların haklarını tanımak konusunda tüm insanların aynı duyarlılığa sahip olamayacaklarını vurguluyor.

Çocukluğundan itibaren hayvanların kendisiyle eşit varlıklar olduğunu bilen ve doğal olarak dostlarını yemeye asla yanaşmayan Leonardo Da Vinci gibi “doğuştan hayvan dostları”nın yanında, İsa’nın mucizevi bir şekilde karşısına çıkarak havarileri arasına kattığı Pavlus gibi sonradan “aydınlananlar” da bulunuyor. Ama esas kalabalık kitle, hayvanların şiddet dolu hayatı üzerine zaman zaman düşünen, karşılaştıkları kimi durumlarda bu gerçeklerin ayırdına varan, fakat yaşamlarını kökten değiştirecek “o kararı” alamayan “Kararsızlar”dan oluşuyor.

Gösterilmeyeni gösterme

Tom Regan, bu konularda uzun uzadıya düşünmeyen, gördüğü şeyler üzerinde durmamayı seçen kararsızlara ithaf ettiği kitabında hayvanlara uygulanan vahşice yöntemlere ilişkin, kanı, kemikleri, katliamı da içeren, neredeyse hiç yüzleşmediğimiz, ama aslında birer tüketici olarak parçası hatta sebebi olduğumuz şiddet kültürünü ortaya koyuyor. Regan’ın bu konuda özellikle çarpıcı örneklere başvurmasının nedeni, bizleri suçlu ya da bütünüyle haksız hissettirmek değil. Hayvanları, (iyi ihtimalle) evimizde beslediğimiz kedi ve köpekle sınırlı görmemize, tüketim amacıyla yetiştirilen hayvanları nesne olarak tanımlamamıza yol açan toplumsal bakışı en fazla besleyen uygulamaların başında “göstermeme” geliyor. İnsanların en basit gerçekleri, spor alanında sömürülen hayvanlara uygulanan eziyeti, mezbahalarda, üretim çiftliklerinde uygulanan akıl almaz işkenceleri görmemelerinin sağlanması, aslında bütün sistemin kilidi.

Sonuçta ortaya çıkan şu: Hayvan hakları savunucularının bir avuç meczup gösterilmesi ve hayvanlara uygulanan sistemli şiddetin gözden uzak tutulması, bugün kararsızlar olarak niteleyebileceğimiz çok geniş bir grubun, eşiğinde olduğu kararı almasını engelliyor. Hayvanların yok edilmesine, her türlü eziyeti görmesine karşı gelen grubun giderek genişlemesinin, kapitalist sisteme vuracağı darbeyi gözönünde bulundurmak gerekiyor tabii. Bu yüzden, bu kaygıları taşıyan, en azından aklının bir köşesinden bu soruyu eksiltemeyen kişilerin, tek başlarına kalacaklarını, işe yaramayan bir mücadeleye atılacaklarını düşünmeden hayvan haklarını savunmaları ve bütün yalanlara, ikiyüzlü tavırlara karşı kalabalıklaşarak, sürekli acayip insanların işi olarak gösterilen bu mücadeleyi “normalleştirmeleri” gerekiyor. Çözüm yine birlikte hareket etmede. Bunun için de önce zihinlerin kapatıldığı kafeslerin boşalması gerekiyor.

Tom Regan, Kafesler Boşalsın Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek, çev. Serpil Çağlayan, İletişim Yay., 2007, 316 s.

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=8149
http://www.birgun.net/ourworld_index.php?news_code=1178889430&year=2007&month=05&day=11
http://www.fatihbelediyesiyedikulehayvanbarinagi.com/unlulerle-sohbet/kafesler-bosalsin-tom-regan/

"Çevre delili" kütükleri jandarma da alamadı


Köylerine yapılacak santrala karşı nöbet tutan ve kesilen anıt ağaçların kütüklerini de 'delil' olarak koruyan Yuvarlakçay halkını jandarma da aşamadı

SERKAN OCAK

İSTANBUL - Muğla’nın Köyceğiz ilçesine bağlı Yuvarlakçay’da yapılmak istenen hidroelektrik santralına (HES) karşı köylüler yaklaşık iki aydır nöbet tutuyor. Topgözü Mevkii denilen ormanlık alana kamp kuran köylüler kimseyi bölgeye sokmuyor. Yaklaşık 200-250 kişilik bir jandarma ekibi önceki gün köylülerin nöbet tuttuğu bölgede daha önce kesilen ağaçların kütüklerini almak için baskın yaptı. Ancak Köyceğiz Orman İşletmesi‘nin talebiyle bölgeye giden jandarma, köylüler aşıp kesilen ağaçları almadı. Köylülerin iddiasına göre, kesilen ‘anıt ağaçları’ açılan davalara ‘delil’ teşkil ediyor.

Türkiye’nin enerji üretimi konusunda son yılların en büyük sorunlarından biri olan HES’ler, Yuvarlakçay’da da toplumsal bir problem haline dönüştü. Bölge halkı Yuvarlakçay Irmağı’na HES yapılacağını duyduğu günden bugüne, ormanlık alanda nöbet tutuyor. Amaçları doğa harikası olduğunu belirttikleri Yuvarlakçay’a HES yapılmasını engellemek. Köylüler Yuvarlakçay Koruma Platformu adı altında bir de grup kurdu. Platformun sözcüsü Murat Demirci, “Köylüler burada 55 gündür kamp kurmuş durumda. Anıt ağaçların kesilmesinden beri gece gündüz nöbet tutuyorlar. Ağaçlar giderse deliller karartılacak. Anıtlar Kurulu sekiz ağacın kesilmesine izin vermişti ancak 10 ağaç kesildi. Bu ağaçları vermek istemiyoruz. Ağaçları Köyceğiz Orman İşletmesi kesti. Ağaç kütüklerini almak için buraya gelirken, jandarmaya güvenlik gerekçesiyle başvurmuşlar. Daha önce de geldiler ikna edemediler. Bu sefer 200’den fazla kişi, baskın gibi sabah saat 07.00’ geldiler. Köylüler yine de kütükleri vermedi. Yolları da kapattılar. Biz yürüyerek bölgeye ulaşabildik” diyor.

Yuvarlakçay civarında altı köy bulunuyor. Pınar Köyü’nden Dulkadir Yorulmaz da gece gündüz nöbet tutanlardan: “Bizim köy buraya iki kilometre mesafede. Buraya elektrik santralı kurulmak isteniyormuş, köylülere de bu konuda bilgi verildiği söylenmiş. Bize kimse bir bilgi vermedi. Çevreciler bizi uyardı. Ağaçlar kesildiğinden beri burada yatıp kalkıyoruz. Jandarma ağaçları almaya geldi. Vermedik. Ağaçları alırlarsa yer açılır, şirket de buraya gelir santralı yapmaya başlar. İsterse jandarma zorla bizi buradan çıkarmaya kalksın. Kanımızın son damlasına kadar Yuvarlakçay’a sahip çıkacağız. Çünkü biz buradan su içiyoruz. Hayvanımız buradan su içiyor. Bahçemizi Yuvarlakçay’ın suyuyla suluyoruz. Su giderse biz de biteriz.” Köylülerden Mustafa Daşkın da, “Ağaçları gizlice kestiler. Bunları vermeyeceğiz. Buradaki su temiz su. Burada altı köy var ve 14 bin kişiyiz. Sonuna kadar mücadele edeceğiz” diyor.

Yuvarlakçay’a en yakın beldelerden Beyobası’nın belediye başkanı Besim Özbek de şunları söylüyor: “Bu bir halk hareketi. Kimse bu köylülere sen şunları yap demiyor. Biz yerel idareciler olarak da halkımızın yanındayız. Ayrıca bir dilekçeyle, buradaki halkın HES’i istemediğine dair yazı yazdık. Herkes imzaladı. Artık gereken yapılmalı.”

10’a yakın dava açıldı
Yuvarlakçay’da yapılmak istenen HES için açılan davalara bakan avukat Berna Babaoğlu Ulutaş, 10’a yakın dava açıldığını söyledi: “Özel Çevre Koruma Müdürlüğü’nün plan tadilatına, Muğla Valiliği’nin Çevre Etki Değerlendirmesi muafiyetine, Anıtlar Kurulu’nun anıt ağaçlarının kesimi için izin vermesine, HES onayına gibi konularda davalar açtık. Jandarma bir baskın gibi bölgeye gelerek kesilen anıt ağaçlarının kütüklerini almak istedi. Bunlar davalarımızın delileridir.”

Bir de okur yorumu:

D.Karadeniz de HES'leri neden istemiyoruz... -

% 1,5-2 civarında elektrik üretimi yapacak bu HES leri istemiyoruz Uygulanması düşünülen 400 adet projede Çevresel boyut ta ki yok edilişin karşılığı düşünülmediği için HES lere karşıyız. Suyun tüneller içinde akıtılması ve bazı yerlerde vadilerden vadilere taşınması neticesi bozulacak doğal dengenin olumsuz sonuçları için HES lere karşıyız. Yeni açılacak tollar,tüneller için atılacak patlayıcıların yaratacağı gürültünün neticesi görülmediği için HES lere karşıyız. Suyun boşa aktığını söyleyen mantığın,şu anda burada yaşayan canlıların varlıklarını inkar ettikleri için HES lere karşıyız. Biz dedik,biz yaptık anlayışının,hukuk tanımazlığın kazanmaması için HES lere karşıyız. Projelerde,vadilerde akan su kalmayacağından delerdeki sucul yaşam sona ereceği için HES lere karşıyız. Projeler uygulanırsa vadiye bırakılması düşünülen suyun buharlaşma sonucu yok olacağı düşünülmediği için HES lere karşıyız. Elektrik üretiminde tünellerden çıkacak sudaki biyolojik,kimyasal değişimlerin neticesi görülmediği için HES lere karşıyız. D.Karadeniz de sadece Fırtına,Çağlayan ve Arılı Vadisinde yaşam alanı bulan Alabalık türünün yok olacağını bildiğimiz için HES lere karşıyız. Dağ Alası ve Deniz Alasının yaşam kaynağı su ve vadiler yok edileceği için HES lere karşıyız. Tünellere alınacak sudaki biyolojik,limyasal değişimlerin çevresel eko sisteme etkileri bizlerden saklandığı için HES lere karşıyız. İnşaat esnasında açılacak yollar için ve inşaattan çıkacak hafriyatın dere yataklarına döküleceğini bildiğimiz için HES lere karşıyız. D.Karadeniz Bölgesinde heyelan ve sel tehlikeleri dikkate alınmadan HES projeleri yapıldığı için karşıyız. D.Karadeniz de uygulanması düşünülen 400 adet projede yaklaşık 2000 km su tünellere hapsedileceği için HES lere karşıyız. Bu projelerde yaklaşık 40 milyon ağaç kesileceği için bu projelere karşıyız. D.Karadeniz Bölgemiz de Cernobil le kanser olan insanlarımızı elektrik iletim hatları ile ölüme mahkum ettiği için HES lere karşıyız. D.Karadeniz Bölgemizde uygulanacak yaklaşık 400 adet proje ile kuşların bile uçamayacağı şekilde üstümüze döşenecek Elektrik iletim hatları olacağı için HES lere karşıyız. Su dan hayat bulan sosyal ekonomik yaşam göz ardı edildiği için HES lere karşıyız. Buranın,Bölgenin,Vadinin,suyun,dağın taşın sahipleri olan bizlere sorulmadığı,bizler yok sayıldığı için HES lere karşıyız.

Kültürümüzü,sağlığımızı,yaşamımızı yok edeceği için HES lere karşıyız. Kısaca SUYUN SESİNİ DUYMAK istediğimiz için HES’e karşıyız… Bu nedenle Yuvarlakçay da HES inşaatlarında aynı sorunlar olduğunu bildiğimiz için,burada yapılacak HES'e de karşıyız. Selamlarımızla.

www.findiklidereleri.com
Mevlut Gurkan

"Yasal" yaban keçisi katliamı

AVCILIK BİR SPOR DEĞİL, KATLİAMDIR !

Halen bir spor olarak görülen ve silah endüstrisinin en önemli pazarlarından görülen avcılık, yeni düzenlemelere ve yasaklara karşı hızını kesemiyor. Rekor kırma isteğiyle yanıp tutuşan avcıların çoğunluğu önlerine gelen her hayvanı öldürmekten zevk alıyor. Bu kanlı "spor"la birlikte yerleşim alanlarının ormanlar içine zorla sokulması, ormanların talan edilebilmesi için çıkarılan mevzuatlar, insandan farklı diğer canlıları yok sayan çözümler, yabanî yaşamı bitirme noktasına getirdi. Bunun bir örneğini aşağıdaki haberde görebilirsiniz.

Prof. Dr. Eflatun Adam ve İstanbul Üniversitesi'nden iki akademisyenin avcıların kişilik özellikleriyle ilgili yaptıkları araştırmayı okumak için tıklayın.

Artvin'in Yusufeli ilçesinde avlanan 12 yaşındaki yaban keçisi herkesin ilgi odağı oldu.

Çoruh Vadisi Yaban Hayatı Geliştirme Sahası'nda 23 bin 500 hektar alanda yapılan yaban keçisi avı için bu yıl 5 kota belirlenirken, sahada yaklaşık 570 adet yaban keçisi bulunuyor.

Çoruh Vadisi'nde işadamı Adem Yılmaz tarafından avlanan 12 yaşındaki yaban keçisi herkesin ilgi odağı oldu. Yaban keçisi için devlete 600 YTL ödeyen Yılmaz, yasal olarak avladığı yaban keçisinin etinden yararlanmayı düşündüğünü söyledi.

Bu arada Milli Parklar mühendislerinden Mustafa Temel, yaban keçilerinin ömürlerinin 14-15 yıl arasında değiştiğini belitti. Avın gerçekleştiği sınır 4 köye belirlenen av bedelinin yüzde 45, Çevre ve Orman Bakanlığı'na ise yüzde 55'inin katkı olarak verildiğini ifade eden Temel, çok sayıda avcının avlanmak için müracaat ettiğini sözlerine ekledi.

Bu yılın Ağustos ayında başlayan avlanmanın 2010 yılının Mart ayına kadar devam edeceği öğrenildi.

Kaynak: Kent Haber / Artvin