Gezegen ve insanlık tarihi, varoluşundan bu yana böyle muazzam ve vahşi bir yıkıma ve yok oluşa sahne olmamıştı. İnsanlığın 3-4 milyon yıllık varlığının şu son 200 yılda bu kadar tehlikeli ve ölümcül olmamıştı. Gezegen ve insanlık bir kıyametin kıyısında…
İktidarlarını asırlardır baskı, kan, zulüm, zor ve kölelikle sürdüren tahakküm mekanizmaları, Sanayi Devrimi’nden bu yana iktidarlarını koruyabilmek, geliştirmek ve yayılabilmek için özgürleştirici olduğu inancıyla “ilerleme, gelişme ve modernlik” kavramları adı altında bütün toplum tarafından sahiplenilen teknolojiyi ve acizleştiren uzmanlaşmaya yol açan işbölümünü kullana gelmektedir.
İnsanlık Sanayi devriminden bu yana, kapitalizmin temel kaynaklarından biri olarak birer üretim aracına ve bir makinenin dişlisine indirgenmiş durumdadır. Hayatlarımız ve değerlerimiz çalışma ve iş hayatı tarafından işgal altındadır. Çalışma ve iş daha önceleri kölelerin efendileri için yapmak zorunda oldukları bir uğraşken son iki asırda insanoğlunun en büyük değeri haline gelmiştir. Üretmek, çalışmak, çalışkanlık, üretkenlik kavramları sistemi ayakta tutan ve sistemin üzerine dayandığı en büyük değerlerdir.
Sanayi toplumunun ikinci asrında yaşayan bir nesil olarak bu değerleri bugünden sorgulamak ve eleştirmek imkansız gibidir. Çünkü doğduğumuz günden bu yana hayatımızda “çalışmak, çalışmak ve hep çalışmak” olmuştur. Sistem insanlığı çalışmanın esaretine iterken aynı derecede de acizleştiriyor ve hayatta kalabilmek için çalışmak farz kılınıyor.
Fakat “çalışmak=hayatta kalmak” müthiş ve saçma bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Hayatta kalmak için çalışmak zorunda olmaya inanmak bugünkü uygarlığın en içi boş ve acizleştiren inançlarından biridir. Bugüne kadar bir işçinin açlığını gidermesi için bir fabrikada ömrü boyunca vida sıkmak zorunda olması, bir ofis çalışanının susuzluğunu gidermesi için bütün gününü bilgisayar başında ve dört duvar arasında kırtasiye işleriyle uğraşarak geçirmesi ve teknolojinin her geçen gün daha da gelişmesiyle kendi kendisini sürdürmesi ve yenilemesi için her geçen gün yeni angaryaları insanın gündelik yaşamına empoze etmesi kadar saçma bir yaşam biçimi görülmemişti. İnsanoğlu bir zamanlar kendi yiyeceklerini üretebilirken veya toplayabilirken, kendi barınmalarını sağlayabilirlerken veya kendi sağlıklarını koruyabilirken kısaca kendi kendilerine hayatta kalabilirken bugün yaşamlarını teknolojinin, ilerlemenin ve uzmanların ellerine teslim ederek acizliklerini gönüllü olarak ilan etmiş durumda.
İş saatlerinin ve çalışmanın daha azalacağı inancı öngörülerek geliştirilen teknoloji bugün her geçen gün artan angaryalara, yeni teknolojilere ve kendi kendisini sürdürmeye gereksinimi olduğundan insanlığı aksine daha fazla çalışmanın ve iş hayatının batağına sokmaktadır. Her geçen gün yeni teknolojiler ve yeni sektörler ortaya çıkıyor. Teknoloji ve sanayi özü itibariyle insanın değil teknolojinin ve sanayinin ihtiyacına göre işliyor. Teknoloji ve sanayi toplumu insanlığı her geçen gün kendisine bağımlı kılıyor. En basit yeteneklerimizi bile bize unutturarak teknoloji ve makine karşısındaki acizliğimizi yüzümüze vuruyor. Gündelik yaşamdaki en basit yeteneklerimizi bile iş ve çalışma hayatının hızına yetişebilmek için pratik olmak adına feda ediyoruz. Hayatlarımızı ve hayatlarımız üzerindeki sorumluluklarımızı uzmanların, eksperlerin ve bilir kişilerin ellerine teslim ediyoruz.
Teknolojinin ve daha fazla çalışmanın insanlığı bu acizlikten, gezegeni de yok oluştan kurtaracağını düşünüyoruz. Fakat kesinlikle yanlış düşünüyoruz.. Çünkü bugün gezegeni ve insanlığı yok eden şey çalışmanın üzerinde temellendiği TEKNO-ENDÜSTRİYEL KAPİTALİST UYGARLIĞIN ta kendisidir.
Gezegeni kendi gelişimi ve çıkarı uğruna sömüren, talan eden, yok eden, insanlığı bir makinenin dişlisine indirgeyip birbirine düşüren, kendi yaşamını bile sürdüremeyecek kadar acizleştiren, dört duvar arası ve havasız olan kentlere hapseden, aç bırakan, katleden, köleleştiren insan dışındaki diğer canlıları teknolojinin emrindeki kölelere dönüştüren, onları katleden, kitlesel olarak imha eden bu sistem kendi varlığını ancak insanların onun için çalışmasıyla sürdürebilir. Onun için çalışacak kimse bulamazsa birkaç gün içinde çöküş sinyalleri vermeye başlar.
Onu ortadan kaldırabilmek için onun yaşam kaynaklarını sorgulamak kaçınılmazdır. Onun olmazsa olmaz değerlerine ve dayanak noktalarını sorgulamadığımız sürece varlığını sürdürecek ve sistem kendisini yeniden üretecektir.
Medya ve her türlü beyin yıkama aygıtı bize uygarlığın değerlerini fazlasıyla empoze etmiş görünüyor. Bu sistemi topyekün ortadan kaldırmakta ve her türlü tahakküm biçimini parça parça etmekte samimi olan Devrimci hareket bu sistemin üzerinde temellendiği “ilerleme, demokrasi, modernizm, teknolojik gelişme, çalışma-üretim” gibi değerleri sorgulamalıdır. Bu değerler sistemin insanlık arasında filizlendiği en meşru kavramlardır.
Tahakkümün ve köleliğin filizlendiği yer olduğuna inandığımız bu değerler, bugün ilaç şirketlerinin ilaçlarını satabilmeleri için yeni salgın hastalıkları yaymasını ve insanların her geçen gün tıp endüstrisine daha da bağımlılaşmasını, otomobil endüstrisinin küresel ısınmanın birinci nedeni olmasını ve muazzam bir ekolojik yıkımı getirmesini, hayvan endüstrisinin dünyayı hayvan otlakları açmak için çöle çevirmesini ve ormansızlaştırmasını,insanların gündelik yaşamın stresinden ve rutininden her geçen gün anti-depresanlara daha da bağımlılaşmasını, teknolojileri sürdürmek ve geliştirmek için yeni teknolojilere ihtiyaç duyulmasını ve angaryaların artmasını ve bu tekno-endüstriyel sistemin bitmek bilmeyen enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasını ve bu ihtiyacını gidermesi için doğayı ve uygarlığın elinin değmediği alanları talan etmesini içeriyor.
Bizlere ihtiyaç olarak sunulan şeyler, aslında tamamen tekno-endüstriyel kapitalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamak adına bize ürettirilen şeylerdir ve bu sistemin yıkımı yolunda mücadele etmek için sistemin can damarı olan üretimi reddetmek ve durdurmak gerekiyor. Olası yıkıcı bir hareketin özgürlükçü, çalışmanın, işbölümünün ve dolayısıyla teknolojiyle gelen uzmanlaşmanın olmadığı yerel ve desantralize bir yaşam biçimini geliştirmesi gerekiyor.
“Çalışmayı bırakın!” sloganı mantıklı bir öneri gibi görünmese de, arzuladığımız karşıt hareketin özgürlükçü ve tahakküm ilişkilerinin kırıntısının bile olmadığı, yerel ve doğayla uyumlu ilişki biçimlerini geliştirmesi halinde sistem adına çalışmak yerine, kendi kendimize, bize unutturulan yeteneklerimizi ve becerilerimizi yeniden kazanacağız ve kendi hayatlarımız üzerindeki kontrolü alabileceğiz.
Karşıt hareketin, çalışmak gibi sistemin kendini meşrulaştırdığı ve yeniden ürettiği değerleri yüceltmekten çok reddetmesi gerekiyor. Bu reddediş yaşam derdi olmayan, aylaklığı savunan küçük burjuva bir tavır değil, aksine hayatta kalmak ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için sorumluluk almakla alakalıdır. Ve sistemin can damarı olan çalışmanın ve üretimin karşısında bireysel değil toplumsal bir başkaldırıyı öneriyoruz. Çünkü biliyoruz ki, sistem üretim olmadan işleyemez.
Bunun için devrimi beklemek yerine, sistemi yeniden üretmeyeceğimiz ilişki biçimleri geliştirmek gerekiyor. Kendi hayatlarımız üzerinde kontrol alabileceğimiz, dayanışmayı ve paylaşımı merkeze alan yerel ilişki biçimlerine ihtiyacımız var. Özgürlükçü ilişki biçimlerini şimdiden yaratmadığımız sürece, devrimden sonra özgürlüğe ulaşmak bir hayalden öteye gitmeyecektir.
http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=19233