Bu tamamlanmamış, hiçbir zaman tamamlanmayacak ve sadece bizim tarafımızdan değil, herkes tarafından geliştirilebilecek manifesto, mücadelede beraber olmak isteyenlere çağrımızdır.
Yeryüzündeki yaşam, yok olma tehdidi altında ve insan da bu tehdidin varolma nedeni olan iktidar düzeninin sorumlusu. Yeryüzündeki canlıların özgürce yaşama hakkı, bu iktidar düzeninin farklı fakat birbiriyle içiçe olan alanlarında sürekli olarak gaspediliyor. Ve bu gasp yalnızca insan olmayanlar için geçerli değil; iktidar, insanlar arası ilişkilerde de en az onun doğayla olan ilişkisindeki kadar mevcut. Öyle ki, insanlık doğayla birlikte kendi kendini de yoketmenin eşiğinde.
İktidarı içkin olan ve altlarında şiddet yatan ikili karşıtlıklar – ben-öteki, insan-doğa, insan-hayvan, akıl-vücut, erkek-kadın, beyaz-siyah, içerisi-dışarısı, yetişkin-çocuk, heteroseksüel-eşcinsel, ilkel-uygar, modern-geleneksel, güzel-çirkin, eğitimli-cahil, akıllı-deli, normal-anormal – yeryüzünü egemenliği altına almış sistemin düşünsel karakteristikleridir. Bu ikilikler “uygar” beyaz adamın, kurduğu hiyerarşiler üzerinden adlandırdığı ötekisinin üstündeki tahakkümünü devamlı kılmış ve meşrulaştırmıştır. Yeryüzüne Özgürlük Derneği, bu sistemi kabul etmeyen, ona karşı çıkan, ona alternatifler üretmede katkı sunmak isteyen bireylerin bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Her canlı için özgürlük, bu karşıtlık sisteminin arkasında yatan şiddetin görülmesi ve bu sistemin toptan yok edilmesi ile mümkündür. Buradan baktığımızda, yeryüzünün özgürleştirilmesi, canlılar arasında eşitlikçi ve dayanışmacı bir yaşam kurma ve ekolojik bir düzen sağlama yolunda baş etmemiz gereken en temel mesele, toplumun değerlerini sorgulanmayacak kadar içselleştirilmiş olduğu insanmerkezciliktir.
İnsanmerkezcilik, insanın kendini varlığın yegane öznesi olarak alması ve kendisi dışında gördüğü varlıklar üzerindeki pratiklerini tamamen meşru olarak görmesine dayanır. Her ne kadar insanın doğa üzerine olan tahakkümü, tarihsel olarak çok daha eskilere gitse de, modern Batı düşüncesi ile birlikte en sağlam temellerine oturtulmuş ve bu düşüncenin içkin olduğu pratikler de, Sanayi Devrimi ile başladığı söylenebilecek süreç içerisinde, geç kapitalizm ile birlikte nicelik ve nitelik olarak en geniş sınırlarına ulaşmıştır. İnsanın doğa üzerindeki bu hükümranlığı, şu anki zamanımız için geriye dönüşü olmayan küresel felaketin de hazırlayıcısı olmuştur. Bu felaketin yavaşlatılabilmesi ve en azından ertelenebilmesi ancak doğayla eşitlikçi; özgürlükçü ve dayanışmacı bir ilişki ve yaşam tarzı ile mümkündür. Şu an olan ise, tahakküm ve sömürüye dayalı, teknolojinin neredeyse yalnızca çıkara hizmet ettiği, ana düşünme biçiminin kâra dayalı olduğu, her şeyin fayda ve tüketilebilirlik üzerinden görüldüğü bir dünyadır.
Her ikili karşıtlık, diğerleriyle ilişkilidir. Bu nedenle insanmerkezcilik; türcülük, ırkçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik ve diğer her türlü ayrımcılıktan; aynı şekilde, içinde taşıdığı şiddet ve sömürü nedeniyle de emek sömürüsü, militarizm ve benzer diğer sistemlerden ayrı düşünülemez. Her türlü baskı, asimilasyon, sömürü ve ötekileştirme hem insanmerkezcilikten güç alır, hem de ona güç verir. Tahakküm ilişkileri her zaman birbirlerini besler niteliktedir. Modern birey, yaşamının en başından beri belli değer yargılarıyla yetişir; bunlar bireyin içinden geçtiği eğitim sistemi ve içinde büyüdüğü ahlakî normlarla içselleşir, perçinlenir ve sorgulanmadan öte, üzerine bile düşünülmez hale gelir. Her türlü tahakkümü kanıksamamızı sağlayan bu süreçten, doğa da hayvan da insan da fazlasıyla nasibini alır.
İnsanmerkezciliğin en büyük düşünsel ve pratik ürünlerinden olan Sanayi Devrimi ile birlikte makinelerin, fabrikaların ve teknolojik gelişmelerin insan menfaatine hizmet edeceği vaadiyle yeni bir süreç hızla yapılandırılmaya başlanmıştır. Nüfus artışıyla paralel giden göçlerle birlikte seyreden bu endüstrileşme akımı, yıkıcı bir şehirleşme süreciyle beraber kırsal alanları, yerel kültürleri ve geleneksel tarımı yutarak insanları doğal yaşama iyice yabancılaştırmıştır. Hatta yabancılaştırmaktan da öteye giderek, doğaya, canlılara ve birbirimize karşı hükmedici ve yıkıcı bir ilişkilenme tarzını zirveye taşımış ve toplumda kapsamlı bir dönüşümü tetikleyerek endüstriyel bir tüketici-kitle toplumu oluşturmuştur.
Endüstriyel-kapitalizmin etkisiyle sömürü, işgal, talan ve şiddete dayalı başka bir düzen oluşturulmuş, insanlar şirketlere hizmet etmek zorunda bırakılmış, doğa ve hayvanlar şirketlerin sistematik sömürü, yıkım ve şiddetine maruz bırakılmıştır. "Çok üretim, çok tüketim"e dayalı yeni bir işleyiş inşa edilmiş, geleneksel tarımın yerine benimsenmiş olan kâra dayalı endüstriyel tarım politikaları ile doğa ve yaşam büyük ölçüde zarar görmüş; doğayı tehdit eden ve aşırı bir kirlenmeye yol açan, sanayiye dayalı kimyasal ilaç ve gübrelerle, genetiği değiştirilmiş tohumlarla ve endüstriyel müdahalelerle, sürdürülebilir ve doğal tarım tarihten silinecek duruma gelmiştir.
İnsan gıdası olarak "tüketime sunulan" hayvanlar da endüstriyel-kapitalizmin kurbanı olmuştur. Endüstriyel-kapitalizmle geleneksel yetiştiricilik büyük ölçüde azalmış, bunun yerine fabrika mantığıyla işleyen entegre çiftlikler kurulmuş, hayvanların makineler yardımıyla sömürülmesi dönemine geçilmiştir. Hayvan endüstrisine katkı amacıyla piyasaya sürülen antibiyotikler, yem katkı maddeleri, hormon takviyeleri, verim arttırıcı kimyasallar ve endüstriyel müdahaleler ile "sofralık et" olarak tabir edilen hayvanların tabiatına aykırı, kâra ve sömürüye dayalı bir yetiştirme tarzı günümüzde uygulanmakta, gıda amaçlı kesilen hayvanlar birçok kanserojen etkili müdahale ile insan tüketimine sunulmaktadır. Hayvan endüstrisi bugün küresel ısınmanın sebepleri arasında ikinci sırada yer almaktadır. Ormansızlaşma, yeraltı sularının kirletilmesi ve bunların sonucu olarak yetersiz-sağlıklı beslenme endüstriyel hayvancılığın yol açtığı, ancak insan alışkanlıklarının dokunulmazlığı nedeniyle görmezden gelinen, savsaklanan sorunlardandır.
Teknolojik gelişmelerle birçok açıdan tam bir yıkım merkezi haline dönüştürülen fabrikaların işlerliğini sürdürmek ve enerji açığını kapatmak için kurulmasına gerek duyulan, özellikle endüstriyalizmle doğru orantılı olarak üretim talebi artan elektriğin enerji açığını karşılamak için inşa edilen/edilmek istenen nükleer, termik santraller, hidroelektrik santral ve barajlarla; üretimlerinde ve işletmelerinde ciddi ölçülerde doğaya ve yaşama zararlı maddeler açığa çıkaran güneş santrallerinin kurulmasını gerektiren endüstriyel-kapitalizm, bu kez de çok fazla el atamadığı kırsal bölgeleri pervasızca sömürmeye, insan hayatını ve kültürlerini, ormanları, vahşi bitki ve hayvan türlerini yok etmeye devam etmiştir. İşlendiğinde büyük kâr getiren ve birçok sanayi kolunda ham madde olarak kullanılan madenlerin bulunması için yapılan tetkik ve sondaj çalışmalarının yürütüldüğü yörelerde de büyük bir ekolojik tahribat yaşanmaktadır. Keza, petrol, otomotiv, ilaç sanayi ve birçok sanayi kolu, canlılara ve doğaya ciddi zararlar vermektedir. Ham madde ve enerji kaynağı arayışları insanların değil, gözünü kâr hırsı bürümüş olan bir avuç imtiyazlının yönettiği kapitalist şirketlerin çıkarınadır.
Endüstriyalizm ve sonucu olarak virüs gibi yayılan kentler, artık eko-sistemler arasındaki bütünlüğü tamamen bozmakta, işgal altındaki gezegen son karışına kadar sömürülmektedir. İnsanoğlunu tüketim kültürüne boğan tekno-endüstriyel kapitalist uygarlık, dağları aşan atık ve çöp yığınları yaratmakta ve uygarlığın küresel ölçekli imtiyazlı ülkeleri bu atık ve çöp yığınlarını "az gelişmiş ülkelere" kakalamakta, başta fakir coğrafyalar olmak üzere gezegeni çöp üreten ve çöp biriktiren bir cehenneme çevirmektedir. Endüstriyel uygarlığın sonucu olarak, başta fakir ülkelerde olmak üzere aşağı yukarı her yıl yeni salgın hastalık türleri ortaya çıkmakta, kendisini kâr ve fayda ekonomisi üzerinden var eden tıp ve ilaç endüstrisi tekelleri de bu süreçlerden faydalanmaya çalışmakta, kısacası krizi kendi çıkarına çevirmek istemektedir. Aynı fırsatçı yaklaşım her alanda olduğu gibi gıda alanında, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) pazarında da segilenmektedir. Açlığı yaratan kapitalizm, açlık nedenini ortadan kaldırmaktansa sonuçlarıyla ilgilenerek hem kendi illüzyonunu sağlamlaştırmakta, hem de sömürü ve kâr ağını daha da genişletmektedir. Gıda emperyalizmi olarak tanımlayabileceğimiz bu süreçte yerel ve doğal yaşam formları, yerini hızla laboratuvar ortamında üretilen ve biyoteknoloji tekellerine bağımlı bir yaşam formuna bırakmaktadır. İnsanmerkezci ideolojinin, ölümsüzlük vaadiyle doğanın birer parçası olan yaşam ile ölüm arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yaratmak istemesi, tekno-endüstriyel kapitalist uygarlığın kendi tekelini kuvvetlendirme güdüsünden başka bir şey değildir. Tıp bilimini tekeline almış olan ve "Hastalığı üret, sonra ilacını sat!" ilkesiyle işleyen tıp endüstrisi ve ilaç tekellerinin hegemonyasına karşı, bu sorunun yeniden "toplumsallaştırılması" ve çözümünün "yerelleşmesi" gerekmektedir.
İnsanın kendini hayvandan üstün görmesi demek; tamamen "damak zevki" için hayvana akıl almaz acılarla dolu kısa bir hayatı ve aynı korkunçlukta bir ölümü reva görmek; kendini cazip göstermek uğruna onların canlı canlı postlarını yüzmek; eğlence uğruna onları yıllar boyu süren tutsaklık, işkence ve türlü yoksunluğa maruz bırakmak; sırf zevkleri ve yalnızlıkları tatmin etmek uğruna evlere, kafeslere hapsetmek; faydası şüpheli olanlardan da öte gereksizlikleri tamamen ortada olan, her anı ve tarafı acı ile bulandırılmış "bilimsel" deneylere tâbi tutmak; "spor" ya da popülasyon kontrolü adı altında can almayı meşru kılmak; kendi yapamayacağı ağır işleri yaptırmak uğruna zorla çalıştırmak ve öldürene kadar sömürmek, ölümden sonra bile tüyünden, tırnağına kadar paraya dönüştürmek; hayvanı süs eşyası ve ticari mal statüsüne indirgeyip yerinden koparılması, alınıp satılması ve tüm bu süreç içerisinde yaşam koşullarının dâhi dikkate alınmaması; insanın bencilliği ve tahammülsüzlüğü nedeniyle hayvanların her gün yaşadığı rutin şiddet ve bunun çözümü olarak görülen barınak mahkûmiyetleri, rehabilite etme kandırmacası altında kısırlaştırılmaları, yani soykırıma uğratılmaları ve asla yaşamlarını sürdüremeyecekleri yerlere sürgüne gönderilmeleri; yine insana hizmet etmekten öte bir sonucu olmayan hayvan refahı fikri ve yasaları ve de sorumluluğunu almak istemediği hayvanları ötanazi kılıfı altında öldürmek demektir. Tüm bu temel hak ihlâlleri, insanın, kendi türü de dahil olmak üzere ötekileştirdiği ve kendini üstün tuttuğu diğerlerinin yaşam alanlarını pervasızca işgaliyle başabaş gider.
Bütün bunlar, insanın kendisinin toplumsal hayatta maruz kaldığı şiddet ve tahakküm türlerinden ayrı düşünülemez. Sokağındaki kuytu köşeyi bile bir köpeğe fazla gören göz, muhitindeki transseksüele kinle bakan gözden farklı değildir. Sirkte gördüğü file kahkahalarla gülen ağız, gözüne kestirdiği kadına laf atma hakkını kendinde gören ağızdır da. Kürkü okşarken haz alan el, varoşun “pisliğine” dokunmaktan iğrenen eldir. Belli bir tahakkümü temel alarak toplum hayatına etki eden sistemlerin değer yargıları ve insanlara verdiği sıfatlar (suçlu, namussuz, hasta, ahlâksız, mantıksız, deli, çirkin vb.) bu nedenle sorguya açık olmalıdır.
Toplumsal alanda şiddet, baskı ve zulüm insanlık tarihinde varlığını hep korumuştur. Yaşadığımız zaman içerisinde tanık olduğumuz haksızlıklar, bu tarihin getirdiği izleri ve güçlendirdiği formları taşımakla beraber, şu anki döneme özgü şekillerde ve yapılarda da vuku bulmaktadır. Patriyarki, milliyetçilik, ırkçılık ve homofobi, etkilerini gün be gün göstermekte ve hissettirmektedir. Dil, din, ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim farklılıkları nedeniyle yapılan ayrımcılık çok çeşitli ve kompleks şekillerde karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık tarihi, ötekileştirilenlerin cinayetleriyle, toplu idamlarla, imhalarla doludur. Mesela, bir kadının salt kadınlık durumundan dolayı tecavüze uğraması ile bir eşcinselin yol ortasında bıçaklanarak öldürülmesi, aynı erkek egemen düzenin yarattığı seksist ve heteroseksist zihniyetin ürünlerinden sadece bir örnektir.
Günümüz dünyasında aşırı sayıda insanın aşırı yoksul olması, emperyalizm, kolonyalizm ve kapitalizmin yapısal bir sonucudur. Bu tarih içinde, emek sömürüsü de kaynak sömürüsü ile başabaş gitmektedir. Bütün dünyayı saran ve "hayata düşman" zorunlu çalışma sistemi ile milyarlarca insan en temel haklarından dahi mahrum bırakılarak varlıkları teslim alınmış ve sonuç olarak insan, duyguları yontulmuş bir meta haline getirilmiştir. İnsanların canlı kalmak için adeta savaş verdiği günümüzde, haz, arzu gibi kavramlar için yaşamak bir lüks olarak tanımlanmaktadır. Yine bu sistemde, çalışma koşullarını belirleme iradesi de insanların ellerinden alınmıştır. 1980’lerle başlayan Neo-liberal kapitalizm, dünyanın pek çok yerinde tarihteki en büyük gelir uçurumlarını yaratmıştır. İşsizlik ve krizler bahane edilerek "köle-işçi" gibi bir kavramın ortaya çıkması normalleştirilmektedir. Kayıt dışı ekonomiyle birlikte, kadın ve çocuk emeğine de ucuz iş gücü olarak daha çok göz dikilmektedir. Ayrıca, binyıllar öncesinde kurulmuş olan özel alan/kamusal alan ikiliği, ev içindeki kadın emeğini görünmez kılmakta; neo-liberal politikalarla gelen “ev eksenli çalışma”, kadın emeğini ucuzlaştırırken, ücret karşılığı yapılan iş, ev işi yüküne eklenerek kadının çifte ezilmesine neden olmaktadır. Kadının hem özel alanda, hem kamusal alanda çalışmasıyla, patriyarkal ilişkiler kapitalist sisteme entegre edilmekte, cinsiyete dayalı iş bölümü yaratılarak, toplumsal cinsiyet rolleri güçlendirilmektedir.
Devletlerin uygulamaya koyduğu baskı ve zulüm de hiçbir azalma göstermemiştir. Devlet, hem diğer iktidar ilişkilerine içkin, hem de onları içerleyendir. Bunun da ötesinde, kendine karşı olanı, muhalifi susturmak için polis şiddetini, karşıdevrimci şiddeti, işkenceyi, hapishane şiddetini, açık, gizli ve “kirli” savaşları hiç çekinmeden kullanır. Belli bedenler onun için zaten halihazırda sorumluluk gerektirmeyen bedenlerdir: mesela, bombayla ya da kurşunlarla parçalanan bir çocuğun bedeni, işkence altında ya da yaşanması imkansıza yakın "misafirhane"lerde hastalıktan ölen bir göçmenin bedeni... Ötekileştirme ve “harcanabilir” kılma, toplumsal ilişkilerin de derinlerinde yatar. Evsizler, hastalar, bağımlılar, kimsesizler, akıl hastaları zaten ya devlet tarafından “uygun” yerlere kapatılır ya da kendi başlarına, başkalarını rahatsız etmeden ölmeye bırakılır. Birey de zaten, gözetim ve disiplin mekanizmalarıyla olduğunca denetim altında tutulur. Bu denetim sistemi içinde, çıkabilecek herhangi bir muhalefet daha en başından baş aşağı edilir, asimile edilir, kapsanır ve dönüştürülür. Sistem kendi devingenliğini bunun üstünden sağlar. Buradaki tahakküm ilişkisi, basitçe baskı-rıza ikiliği içinde düşünülmemelidir. Çünkü sistem zaten bireyin algı ve düşünme biçimlerini ve dolayısıyla bunların sonucu olacak seçimlerini, bir yere kadar belirlemiş durumdadır. Varoluş teslim alınmış, varolma imkânları yadsınmıştır. Farkında olmak gereken ise, bireyin iradesi ve gidişata vermesi gereken cevabın sorumluluğudur. Sistem, tam da bu güçleri dönüştürüp başka yerlere kanalize ederek ve yerine genel bir umutsuzluk/değişim inançsızlığı pompalayarak çarkını döndürür. Böylece, sosyal alandaki güç, ya sistemi yeniden üretir ya da şiddeti kendi üstüne yöneltir.
Yine de tüm bu durumların mevcudiyeti, onlara karşı gelinemeyeceğini ve zararlarının bir kısım bile olsa telafi edilemeyeceğini göstermez. Dünyayla ve birbirimizle olan ilişkimizi bu sistemden başka bir şekilde anlamlandırma olanağımız her zaman için mevcuttur. İnsanmerkezcilikten kaynaklanan sorunlar, elbette ki kısa vadeli çözüm yollarıyla çözülebilecek konular değildir. Bizler, bu sorunların çözümü için toplumsal dönüşüm sürecine girilmesi, bu sürecin hızlanması için eylemek derdindeyiz, bu da yüzyıllardır sömürüyle, ayrımcılıkla, şiddetle kendini ayakta tutan, arzu ve hazlarımızın tam karşısında dikilen sistemin çelişkilerini gösterip onları dağıtabilecek adımlarla mümkün olacaktır.
Bizler doğadaki tüm varlıklar üzerindeki egemenliğe karşı özgürleşmeyi ve özgürleştirmeyi savunuyoruz. Canlılara yönelik her türlü zulmü reddediyoruz. Reddedişimiz, şiddetin, insanların kendi aralarındaki ilişkinin bozulmasına ya da kabalaşmasına katkıda bulunmasından çok, tamamen canlıların esenliğinin kısıtlanması ya da haklarının ihlal edilmesi nedeniyledir. Odağında sadece insan menfaatini barındıran davranışları, uygulamaları ve politikaları benimsemiyoruz. Bu nedenle evcilleştirmeleri ve insanın doğa üzerinde mülkiyet kurma talep ya da girişimlerini reddediyoruz. Yaşamın tek olduğunu, yaşayan bütün canlıların doğal haklara sahip olduğunu, bu doğal hakların küçümsenmesi ve hatta kolayca göz ardı edilmesinin doğa üzerinde ciddi zararlar doğuracağını ve insanların diğer canlılara karşı suç işlemesine sebebiyet vereceğini, türlerin birlikte olmasının diğer canlıların yaşama hakkının insan tarafından tanınmasını ifade etmesi gerektiğini, insanlar tarafından hayvanlara saygı gösterilmesinin bir insanın bir diğerine gösterdiği saygıdan ayrı tutulamayacağını söylüyoruz. Toplumsal düzeyde de insanın insana tahakkümünü reddediyoruz. Bireysel farklılıkların ve özgürlüklerin bastırılması ya da ekonomik sömürünün sürdürülmesini sağlamak için kurulan ve sürdürülen tüm otoriter ve dayatmacı yapılara karşıyız. Kapitalizmin getirdiği işşizlik bunalımı ve zorunlu çalışma kıskacına hapsedilmeye, insan emeğinin satılabilir bir şey haline gelmesine, insanın hayatını kazanmak uğruna hayatını kaybetmesine, bedenin metalaştırılmasına, özgürlük kavramının bireysel çıkar üzerinden tanımlanmasına, arzularımızın üstünden para kazanılacak şeyler haline getirilmesine karşıyız.
İnsanın kendi yarattığı sistemde normun dışında kalan, baskı ve zulmün nesnesi haline getirilmiş tüm bireyler, yoksullar, azınlıklar, göçmenler, kadınlar, LGBTT bireyler, mahkûmlar, çocuklar, hayvanlar, evsizler, işçiler, işsizler, radikaller, asiler, “marjinal” diye tanımlananlar, kenara itilmişler, hastalar, fiziksel ve zihinsel engelliler ve ötekileştirilen tüm canlılar için yeni bir düzen ve adalet anlayışı arayışındayız. Mücadelenin ancak birbirimizi anlamaya çalışarak ve yan yana, beraber durarak mümkün olduğuna inanıyoruz.
Yeryüzündeki yaşam, yok olma tehdidi altında ve insan da bu tehdidin varolma nedeni olan iktidar düzeninin sorumlusu. Yeryüzündeki canlıların özgürce yaşama hakkı, bu iktidar düzeninin farklı fakat birbiriyle içiçe olan alanlarında sürekli olarak gaspediliyor. Ve bu gasp yalnızca insan olmayanlar için geçerli değil; iktidar, insanlar arası ilişkilerde de en az onun doğayla olan ilişkisindeki kadar mevcut. Öyle ki, insanlık doğayla birlikte kendi kendini de yoketmenin eşiğinde.
İktidarı içkin olan ve altlarında şiddet yatan ikili karşıtlıklar – ben-öteki, insan-doğa, insan-hayvan, akıl-vücut, erkek-kadın, beyaz-siyah, içerisi-dışarısı, yetişkin-çocuk, heteroseksüel-eşcinsel, ilkel-uygar, modern-geleneksel, güzel-çirkin, eğitimli-cahil, akıllı-deli, normal-anormal – yeryüzünü egemenliği altına almış sistemin düşünsel karakteristikleridir. Bu ikilikler “uygar” beyaz adamın, kurduğu hiyerarşiler üzerinden adlandırdığı ötekisinin üstündeki tahakkümünü devamlı kılmış ve meşrulaştırmıştır. Yeryüzüne Özgürlük Derneği, bu sistemi kabul etmeyen, ona karşı çıkan, ona alternatifler üretmede katkı sunmak isteyen bireylerin bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Her canlı için özgürlük, bu karşıtlık sisteminin arkasında yatan şiddetin görülmesi ve bu sistemin toptan yok edilmesi ile mümkündür. Buradan baktığımızda, yeryüzünün özgürleştirilmesi, canlılar arasında eşitlikçi ve dayanışmacı bir yaşam kurma ve ekolojik bir düzen sağlama yolunda baş etmemiz gereken en temel mesele, toplumun değerlerini sorgulanmayacak kadar içselleştirilmiş olduğu insanmerkezciliktir.
İnsanmerkezcilik, insanın kendini varlığın yegane öznesi olarak alması ve kendisi dışında gördüğü varlıklar üzerindeki pratiklerini tamamen meşru olarak görmesine dayanır. Her ne kadar insanın doğa üzerine olan tahakkümü, tarihsel olarak çok daha eskilere gitse de, modern Batı düşüncesi ile birlikte en sağlam temellerine oturtulmuş ve bu düşüncenin içkin olduğu pratikler de, Sanayi Devrimi ile başladığı söylenebilecek süreç içerisinde, geç kapitalizm ile birlikte nicelik ve nitelik olarak en geniş sınırlarına ulaşmıştır. İnsanın doğa üzerindeki bu hükümranlığı, şu anki zamanımız için geriye dönüşü olmayan küresel felaketin de hazırlayıcısı olmuştur. Bu felaketin yavaşlatılabilmesi ve en azından ertelenebilmesi ancak doğayla eşitlikçi; özgürlükçü ve dayanışmacı bir ilişki ve yaşam tarzı ile mümkündür. Şu an olan ise, tahakküm ve sömürüye dayalı, teknolojinin neredeyse yalnızca çıkara hizmet ettiği, ana düşünme biçiminin kâra dayalı olduğu, her şeyin fayda ve tüketilebilirlik üzerinden görüldüğü bir dünyadır.
Her ikili karşıtlık, diğerleriyle ilişkilidir. Bu nedenle insanmerkezcilik; türcülük, ırkçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik ve diğer her türlü ayrımcılıktan; aynı şekilde, içinde taşıdığı şiddet ve sömürü nedeniyle de emek sömürüsü, militarizm ve benzer diğer sistemlerden ayrı düşünülemez. Her türlü baskı, asimilasyon, sömürü ve ötekileştirme hem insanmerkezcilikten güç alır, hem de ona güç verir. Tahakküm ilişkileri her zaman birbirlerini besler niteliktedir. Modern birey, yaşamının en başından beri belli değer yargılarıyla yetişir; bunlar bireyin içinden geçtiği eğitim sistemi ve içinde büyüdüğü ahlakî normlarla içselleşir, perçinlenir ve sorgulanmadan öte, üzerine bile düşünülmez hale gelir. Her türlü tahakkümü kanıksamamızı sağlayan bu süreçten, doğa da hayvan da insan da fazlasıyla nasibini alır.
İnsanmerkezciliğin en büyük düşünsel ve pratik ürünlerinden olan Sanayi Devrimi ile birlikte makinelerin, fabrikaların ve teknolojik gelişmelerin insan menfaatine hizmet edeceği vaadiyle yeni bir süreç hızla yapılandırılmaya başlanmıştır. Nüfus artışıyla paralel giden göçlerle birlikte seyreden bu endüstrileşme akımı, yıkıcı bir şehirleşme süreciyle beraber kırsal alanları, yerel kültürleri ve geleneksel tarımı yutarak insanları doğal yaşama iyice yabancılaştırmıştır. Hatta yabancılaştırmaktan da öteye giderek, doğaya, canlılara ve birbirimize karşı hükmedici ve yıkıcı bir ilişkilenme tarzını zirveye taşımış ve toplumda kapsamlı bir dönüşümü tetikleyerek endüstriyel bir tüketici-kitle toplumu oluşturmuştur.
Endüstriyel-kapitalizmin etkisiyle sömürü, işgal, talan ve şiddete dayalı başka bir düzen oluşturulmuş, insanlar şirketlere hizmet etmek zorunda bırakılmış, doğa ve hayvanlar şirketlerin sistematik sömürü, yıkım ve şiddetine maruz bırakılmıştır. "Çok üretim, çok tüketim"e dayalı yeni bir işleyiş inşa edilmiş, geleneksel tarımın yerine benimsenmiş olan kâra dayalı endüstriyel tarım politikaları ile doğa ve yaşam büyük ölçüde zarar görmüş; doğayı tehdit eden ve aşırı bir kirlenmeye yol açan, sanayiye dayalı kimyasal ilaç ve gübrelerle, genetiği değiştirilmiş tohumlarla ve endüstriyel müdahalelerle, sürdürülebilir ve doğal tarım tarihten silinecek duruma gelmiştir.
İnsan gıdası olarak "tüketime sunulan" hayvanlar da endüstriyel-kapitalizmin kurbanı olmuştur. Endüstriyel-kapitalizmle geleneksel yetiştiricilik büyük ölçüde azalmış, bunun yerine fabrika mantığıyla işleyen entegre çiftlikler kurulmuş, hayvanların makineler yardımıyla sömürülmesi dönemine geçilmiştir. Hayvan endüstrisine katkı amacıyla piyasaya sürülen antibiyotikler, yem katkı maddeleri, hormon takviyeleri, verim arttırıcı kimyasallar ve endüstriyel müdahaleler ile "sofralık et" olarak tabir edilen hayvanların tabiatına aykırı, kâra ve sömürüye dayalı bir yetiştirme tarzı günümüzde uygulanmakta, gıda amaçlı kesilen hayvanlar birçok kanserojen etkili müdahale ile insan tüketimine sunulmaktadır. Hayvan endüstrisi bugün küresel ısınmanın sebepleri arasında ikinci sırada yer almaktadır. Ormansızlaşma, yeraltı sularının kirletilmesi ve bunların sonucu olarak yetersiz-sağlıklı beslenme endüstriyel hayvancılığın yol açtığı, ancak insan alışkanlıklarının dokunulmazlığı nedeniyle görmezden gelinen, savsaklanan sorunlardandır.
Teknolojik gelişmelerle birçok açıdan tam bir yıkım merkezi haline dönüştürülen fabrikaların işlerliğini sürdürmek ve enerji açığını kapatmak için kurulmasına gerek duyulan, özellikle endüstriyalizmle doğru orantılı olarak üretim talebi artan elektriğin enerji açığını karşılamak için inşa edilen/edilmek istenen nükleer, termik santraller, hidroelektrik santral ve barajlarla; üretimlerinde ve işletmelerinde ciddi ölçülerde doğaya ve yaşama zararlı maddeler açığa çıkaran güneş santrallerinin kurulmasını gerektiren endüstriyel-kapitalizm, bu kez de çok fazla el atamadığı kırsal bölgeleri pervasızca sömürmeye, insan hayatını ve kültürlerini, ormanları, vahşi bitki ve hayvan türlerini yok etmeye devam etmiştir. İşlendiğinde büyük kâr getiren ve birçok sanayi kolunda ham madde olarak kullanılan madenlerin bulunması için yapılan tetkik ve sondaj çalışmalarının yürütüldüğü yörelerde de büyük bir ekolojik tahribat yaşanmaktadır. Keza, petrol, otomotiv, ilaç sanayi ve birçok sanayi kolu, canlılara ve doğaya ciddi zararlar vermektedir. Ham madde ve enerji kaynağı arayışları insanların değil, gözünü kâr hırsı bürümüş olan bir avuç imtiyazlının yönettiği kapitalist şirketlerin çıkarınadır.
Endüstriyalizm ve sonucu olarak virüs gibi yayılan kentler, artık eko-sistemler arasındaki bütünlüğü tamamen bozmakta, işgal altındaki gezegen son karışına kadar sömürülmektedir. İnsanoğlunu tüketim kültürüne boğan tekno-endüstriyel kapitalist uygarlık, dağları aşan atık ve çöp yığınları yaratmakta ve uygarlığın küresel ölçekli imtiyazlı ülkeleri bu atık ve çöp yığınlarını "az gelişmiş ülkelere" kakalamakta, başta fakir coğrafyalar olmak üzere gezegeni çöp üreten ve çöp biriktiren bir cehenneme çevirmektedir. Endüstriyel uygarlığın sonucu olarak, başta fakir ülkelerde olmak üzere aşağı yukarı her yıl yeni salgın hastalık türleri ortaya çıkmakta, kendisini kâr ve fayda ekonomisi üzerinden var eden tıp ve ilaç endüstrisi tekelleri de bu süreçlerden faydalanmaya çalışmakta, kısacası krizi kendi çıkarına çevirmek istemektedir. Aynı fırsatçı yaklaşım her alanda olduğu gibi gıda alanında, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) pazarında da segilenmektedir. Açlığı yaratan kapitalizm, açlık nedenini ortadan kaldırmaktansa sonuçlarıyla ilgilenerek hem kendi illüzyonunu sağlamlaştırmakta, hem de sömürü ve kâr ağını daha da genişletmektedir. Gıda emperyalizmi olarak tanımlayabileceğimiz bu süreçte yerel ve doğal yaşam formları, yerini hızla laboratuvar ortamında üretilen ve biyoteknoloji tekellerine bağımlı bir yaşam formuna bırakmaktadır. İnsanmerkezci ideolojinin, ölümsüzlük vaadiyle doğanın birer parçası olan yaşam ile ölüm arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yaratmak istemesi, tekno-endüstriyel kapitalist uygarlığın kendi tekelini kuvvetlendirme güdüsünden başka bir şey değildir. Tıp bilimini tekeline almış olan ve "Hastalığı üret, sonra ilacını sat!" ilkesiyle işleyen tıp endüstrisi ve ilaç tekellerinin hegemonyasına karşı, bu sorunun yeniden "toplumsallaştırılması" ve çözümünün "yerelleşmesi" gerekmektedir.
İnsanın kendini hayvandan üstün görmesi demek; tamamen "damak zevki" için hayvana akıl almaz acılarla dolu kısa bir hayatı ve aynı korkunçlukta bir ölümü reva görmek; kendini cazip göstermek uğruna onların canlı canlı postlarını yüzmek; eğlence uğruna onları yıllar boyu süren tutsaklık, işkence ve türlü yoksunluğa maruz bırakmak; sırf zevkleri ve yalnızlıkları tatmin etmek uğruna evlere, kafeslere hapsetmek; faydası şüpheli olanlardan da öte gereksizlikleri tamamen ortada olan, her anı ve tarafı acı ile bulandırılmış "bilimsel" deneylere tâbi tutmak; "spor" ya da popülasyon kontrolü adı altında can almayı meşru kılmak; kendi yapamayacağı ağır işleri yaptırmak uğruna zorla çalıştırmak ve öldürene kadar sömürmek, ölümden sonra bile tüyünden, tırnağına kadar paraya dönüştürmek; hayvanı süs eşyası ve ticari mal statüsüne indirgeyip yerinden koparılması, alınıp satılması ve tüm bu süreç içerisinde yaşam koşullarının dâhi dikkate alınmaması; insanın bencilliği ve tahammülsüzlüğü nedeniyle hayvanların her gün yaşadığı rutin şiddet ve bunun çözümü olarak görülen barınak mahkûmiyetleri, rehabilite etme kandırmacası altında kısırlaştırılmaları, yani soykırıma uğratılmaları ve asla yaşamlarını sürdüremeyecekleri yerlere sürgüne gönderilmeleri; yine insana hizmet etmekten öte bir sonucu olmayan hayvan refahı fikri ve yasaları ve de sorumluluğunu almak istemediği hayvanları ötanazi kılıfı altında öldürmek demektir. Tüm bu temel hak ihlâlleri, insanın, kendi türü de dahil olmak üzere ötekileştirdiği ve kendini üstün tuttuğu diğerlerinin yaşam alanlarını pervasızca işgaliyle başabaş gider.
Bütün bunlar, insanın kendisinin toplumsal hayatta maruz kaldığı şiddet ve tahakküm türlerinden ayrı düşünülemez. Sokağındaki kuytu köşeyi bile bir köpeğe fazla gören göz, muhitindeki transseksüele kinle bakan gözden farklı değildir. Sirkte gördüğü file kahkahalarla gülen ağız, gözüne kestirdiği kadına laf atma hakkını kendinde gören ağızdır da. Kürkü okşarken haz alan el, varoşun “pisliğine” dokunmaktan iğrenen eldir. Belli bir tahakkümü temel alarak toplum hayatına etki eden sistemlerin değer yargıları ve insanlara verdiği sıfatlar (suçlu, namussuz, hasta, ahlâksız, mantıksız, deli, çirkin vb.) bu nedenle sorguya açık olmalıdır.
Toplumsal alanda şiddet, baskı ve zulüm insanlık tarihinde varlığını hep korumuştur. Yaşadığımız zaman içerisinde tanık olduğumuz haksızlıklar, bu tarihin getirdiği izleri ve güçlendirdiği formları taşımakla beraber, şu anki döneme özgü şekillerde ve yapılarda da vuku bulmaktadır. Patriyarki, milliyetçilik, ırkçılık ve homofobi, etkilerini gün be gün göstermekte ve hissettirmektedir. Dil, din, ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim farklılıkları nedeniyle yapılan ayrımcılık çok çeşitli ve kompleks şekillerde karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık tarihi, ötekileştirilenlerin cinayetleriyle, toplu idamlarla, imhalarla doludur. Mesela, bir kadının salt kadınlık durumundan dolayı tecavüze uğraması ile bir eşcinselin yol ortasında bıçaklanarak öldürülmesi, aynı erkek egemen düzenin yarattığı seksist ve heteroseksist zihniyetin ürünlerinden sadece bir örnektir.
Günümüz dünyasında aşırı sayıda insanın aşırı yoksul olması, emperyalizm, kolonyalizm ve kapitalizmin yapısal bir sonucudur. Bu tarih içinde, emek sömürüsü de kaynak sömürüsü ile başabaş gitmektedir. Bütün dünyayı saran ve "hayata düşman" zorunlu çalışma sistemi ile milyarlarca insan en temel haklarından dahi mahrum bırakılarak varlıkları teslim alınmış ve sonuç olarak insan, duyguları yontulmuş bir meta haline getirilmiştir. İnsanların canlı kalmak için adeta savaş verdiği günümüzde, haz, arzu gibi kavramlar için yaşamak bir lüks olarak tanımlanmaktadır. Yine bu sistemde, çalışma koşullarını belirleme iradesi de insanların ellerinden alınmıştır. 1980’lerle başlayan Neo-liberal kapitalizm, dünyanın pek çok yerinde tarihteki en büyük gelir uçurumlarını yaratmıştır. İşsizlik ve krizler bahane edilerek "köle-işçi" gibi bir kavramın ortaya çıkması normalleştirilmektedir. Kayıt dışı ekonomiyle birlikte, kadın ve çocuk emeğine de ucuz iş gücü olarak daha çok göz dikilmektedir. Ayrıca, binyıllar öncesinde kurulmuş olan özel alan/kamusal alan ikiliği, ev içindeki kadın emeğini görünmez kılmakta; neo-liberal politikalarla gelen “ev eksenli çalışma”, kadın emeğini ucuzlaştırırken, ücret karşılığı yapılan iş, ev işi yüküne eklenerek kadının çifte ezilmesine neden olmaktadır. Kadının hem özel alanda, hem kamusal alanda çalışmasıyla, patriyarkal ilişkiler kapitalist sisteme entegre edilmekte, cinsiyete dayalı iş bölümü yaratılarak, toplumsal cinsiyet rolleri güçlendirilmektedir.
Devletlerin uygulamaya koyduğu baskı ve zulüm de hiçbir azalma göstermemiştir. Devlet, hem diğer iktidar ilişkilerine içkin, hem de onları içerleyendir. Bunun da ötesinde, kendine karşı olanı, muhalifi susturmak için polis şiddetini, karşıdevrimci şiddeti, işkenceyi, hapishane şiddetini, açık, gizli ve “kirli” savaşları hiç çekinmeden kullanır. Belli bedenler onun için zaten halihazırda sorumluluk gerektirmeyen bedenlerdir: mesela, bombayla ya da kurşunlarla parçalanan bir çocuğun bedeni, işkence altında ya da yaşanması imkansıza yakın "misafirhane"lerde hastalıktan ölen bir göçmenin bedeni... Ötekileştirme ve “harcanabilir” kılma, toplumsal ilişkilerin de derinlerinde yatar. Evsizler, hastalar, bağımlılar, kimsesizler, akıl hastaları zaten ya devlet tarafından “uygun” yerlere kapatılır ya da kendi başlarına, başkalarını rahatsız etmeden ölmeye bırakılır. Birey de zaten, gözetim ve disiplin mekanizmalarıyla olduğunca denetim altında tutulur. Bu denetim sistemi içinde, çıkabilecek herhangi bir muhalefet daha en başından baş aşağı edilir, asimile edilir, kapsanır ve dönüştürülür. Sistem kendi devingenliğini bunun üstünden sağlar. Buradaki tahakküm ilişkisi, basitçe baskı-rıza ikiliği içinde düşünülmemelidir. Çünkü sistem zaten bireyin algı ve düşünme biçimlerini ve dolayısıyla bunların sonucu olacak seçimlerini, bir yere kadar belirlemiş durumdadır. Varoluş teslim alınmış, varolma imkânları yadsınmıştır. Farkında olmak gereken ise, bireyin iradesi ve gidişata vermesi gereken cevabın sorumluluğudur. Sistem, tam da bu güçleri dönüştürüp başka yerlere kanalize ederek ve yerine genel bir umutsuzluk/değişim inançsızlığı pompalayarak çarkını döndürür. Böylece, sosyal alandaki güç, ya sistemi yeniden üretir ya da şiddeti kendi üstüne yöneltir.
Yine de tüm bu durumların mevcudiyeti, onlara karşı gelinemeyeceğini ve zararlarının bir kısım bile olsa telafi edilemeyeceğini göstermez. Dünyayla ve birbirimizle olan ilişkimizi bu sistemden başka bir şekilde anlamlandırma olanağımız her zaman için mevcuttur. İnsanmerkezcilikten kaynaklanan sorunlar, elbette ki kısa vadeli çözüm yollarıyla çözülebilecek konular değildir. Bizler, bu sorunların çözümü için toplumsal dönüşüm sürecine girilmesi, bu sürecin hızlanması için eylemek derdindeyiz, bu da yüzyıllardır sömürüyle, ayrımcılıkla, şiddetle kendini ayakta tutan, arzu ve hazlarımızın tam karşısında dikilen sistemin çelişkilerini gösterip onları dağıtabilecek adımlarla mümkün olacaktır.
Bizler doğadaki tüm varlıklar üzerindeki egemenliğe karşı özgürleşmeyi ve özgürleştirmeyi savunuyoruz. Canlılara yönelik her türlü zulmü reddediyoruz. Reddedişimiz, şiddetin, insanların kendi aralarındaki ilişkinin bozulmasına ya da kabalaşmasına katkıda bulunmasından çok, tamamen canlıların esenliğinin kısıtlanması ya da haklarının ihlal edilmesi nedeniyledir. Odağında sadece insan menfaatini barındıran davranışları, uygulamaları ve politikaları benimsemiyoruz. Bu nedenle evcilleştirmeleri ve insanın doğa üzerinde mülkiyet kurma talep ya da girişimlerini reddediyoruz. Yaşamın tek olduğunu, yaşayan bütün canlıların doğal haklara sahip olduğunu, bu doğal hakların küçümsenmesi ve hatta kolayca göz ardı edilmesinin doğa üzerinde ciddi zararlar doğuracağını ve insanların diğer canlılara karşı suç işlemesine sebebiyet vereceğini, türlerin birlikte olmasının diğer canlıların yaşama hakkının insan tarafından tanınmasını ifade etmesi gerektiğini, insanlar tarafından hayvanlara saygı gösterilmesinin bir insanın bir diğerine gösterdiği saygıdan ayrı tutulamayacağını söylüyoruz. Toplumsal düzeyde de insanın insana tahakkümünü reddediyoruz. Bireysel farklılıkların ve özgürlüklerin bastırılması ya da ekonomik sömürünün sürdürülmesini sağlamak için kurulan ve sürdürülen tüm otoriter ve dayatmacı yapılara karşıyız. Kapitalizmin getirdiği işşizlik bunalımı ve zorunlu çalışma kıskacına hapsedilmeye, insan emeğinin satılabilir bir şey haline gelmesine, insanın hayatını kazanmak uğruna hayatını kaybetmesine, bedenin metalaştırılmasına, özgürlük kavramının bireysel çıkar üzerinden tanımlanmasına, arzularımızın üstünden para kazanılacak şeyler haline getirilmesine karşıyız.
İnsanın kendi yarattığı sistemde normun dışında kalan, baskı ve zulmün nesnesi haline getirilmiş tüm bireyler, yoksullar, azınlıklar, göçmenler, kadınlar, LGBTT bireyler, mahkûmlar, çocuklar, hayvanlar, evsizler, işçiler, işsizler, radikaller, asiler, “marjinal” diye tanımlananlar, kenara itilmişler, hastalar, fiziksel ve zihinsel engelliler ve ötekileştirilen tüm canlılar için yeni bir düzen ve adalet anlayışı arayışındayız. Mücadelenin ancak birbirimizi anlamaya çalışarak ve yan yana, beraber durarak mümkün olduğuna inanıyoruz.