17 Ocak 2012 Salı

Dink cinayeti devlet geleneğinin devamıdır

Dink ailesini avukatları, Hrant Dink cinayetinin devletin iki geleneğinin kesiştiği yerde durduğunu söyleyerek, bunun tarihsel örneklerini mahkemeye sunmuşlardı.


Hrant Dink ailesinin avukatları. Dink'in tetikçilerinin yargılandığı davada bu cinayetin bir devlet geleneği olduğunu belirtti. Dink ailesini avukatları, savcının mütalasına karşı sözlerinde, Hrant Dink cinayetinin iki devlet geleneğinin kesiştiği yerde durduğunu ifade ettiler: "Siyasi cinayetler, Ermeni düşmanlığı."

Avukatlar sundukları dosyada, siyasi cinayetler ve suikastlerin bir yandan belli bir siyasi figürden kurtulmak, bir yandan da toplumun geri kalanına gözdağı vermek ve muhalefeti sindirmek üzere bizzat ve çoğunlukla devlet tarafından bir yöntem olarak kullanıldığını belirtti.

TOPLUMU KAOSA SÜRÜKLEMEK İÇİN

Bu cinayetlerle toplumun yeniden dizayn edilmek istendiğini aktaran avukatlar, şu tespitlerde bulundu: "Örneğin istisnasız bütün askeri darbeler öncesinde 'toplumu kaosa sürükleme' amacı doğrultusunda bir yöntem olarak siyasi cinayetlere sıkça başvurulmuştur.

Cinayetin sayılan amaçlarına ulaşmak için de; hazırlanış sürecinde kişilerin hedef gösterilmesi, sonrasında faillerin tamamının ortaya çıkarılmaması, ortaya çıkarılanların da ilerleyen süreçte, hapishaneden kaçırma dahil olmak üzere, zamanaşımı, af veya başka birçok yöntemle koruyup, kollanması ve cezasız bırakılmasıyla, yani öncesi ve sonrasıyla, sürecin bir bütün olarak tasarlandığı görülür."

ABDÜLHAMİT'TEN İTTİHAT TERAKİ'YE...

Yaşadığımız coğrafyanın tarih boyunca gizli örgütler ve suikastler coğrafyası olduğunu dile getiren Dink ailesini avukatları, "Maalesef Osmanlı döneminde de cinayetin bir yönetim aracı olarak kullanılması vaka-ı adiyedendir. Abdülhamit döneminin 'hamidiye alayları' uygulamasına ise zaten ileride yeri geldiğinde değineceğiz. Abdülhamit'e keskin bir itirazla iktidara gelen İttihat Terakki'nin de aynı yöntemi, daha sık, daha kapsamlı ve sistematik olarak kullanması; ve yine başlangıçta geçmişin eleştirisi olarak ortaya çıkan Cumhuriyet’in de aynı yöntemi devam ettirecek olması düşünüldüğünde; 'gelenek' tanımlamasının ne kadar isabetli olduğu anlaşılacaktır. Yönetici kadro ne kadar değişirse değişsin, yöntem hiç değişmeden olduğu yerde kalmıştır. Bu mahkemenin konusunu oluşturan 'suç örgütü'nün yöntemi de bundan başkası değildir" dedi.

İtiaki Teraki Cemiyeti'nin kurulduğu andan itibaren gizli çalışan bir örgüt olduğunu ifede eden avukatlar, bu durumun partileşmeden sonra da devam ettiğini belirtterek, cemiyetin devlete mualif olan herkesi "Vatan haini" olarak belirlediğini ve bu tanımın o zamandan bu zamana kadar kullanıldığını söyledi.

Avukatlar, cemiyetin, cumhuriyet dönemindeki faaliyetlerine ilişkin şu örnekleri verdi: "Cumhuriyetin ilanından önce ilk meclisin son günlerinde muhalefet liderlerinden Ali Şükrü beyin cinayete kurban gitmesi; cinayetin adi bir vak'a değil de, siyasal amaçlarla işlenmiş olması; katilin ya da katillerin devlette görevli bulunması, tıpkı İTC zamanındaki yöntemleri hatırlatıyordu. Gazeteci Hasan Fehmi ve Ahmet Samim gibi birçok muhalif de bu dönemde öldürülmüştür. 1921’de Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının Karadeniz’de öldürülmeleri de Cumhuriyet’e giden süreçte muhaliflerin hedef alındığı bir başka örnektir."

Muhaliflerin susturulması ve cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte siyasi cinayetlerin kesintiye uğramasının dikkat çekici olduğunu belirten Dink ailesinin avukatları, tek partili dönemin bitmesiyle cinayetlerin yeniden başladığına ve bunun ilk örneğinin Tan gazetesi ve matbaasının basılması ve ardından gelişen olaylar olduğunu aktardı.

1848'de Sabahattin Ali'nin öldürülmesini aktaran Avukatlar, "Cinayetin soruşturulmasında maalesef bu yönlere uzanan bir süreç görülememiştir. Unutulmaması gereken bir nokta da, katilin kısa bir süre sonra af yasasından yararlanarak tahliye olmasıdır; böylece katillerin himaye gördüğü istikâmetindeki görüntü açığa çıkmıştır" dedi.

1960'LI , '70'Lİ YILLAR

Avukatlar, şu değerlendirmelerde bulundu: "Kontrgerilla, dünyada olduğu gibi ülkemizde de, toplumsal muhalefetin ve solun yükselişe geçtiği 1960'lı ve 1970'li yıllarda, muhaliflere yönelik birçok cinayet, katliam ve provokasyon gerçekleştirmiştir. 1968’de Vedat Demicioğlu'nun İstanbul Teknik Üniversitesi yurdunun camından atılarak öldürülmesi ve bu olayın ardından gerçekleşen yürüyüşe yapılan saldırı bu eylemler arasında sayılabilir. Tarihe 'Kanlı Pazar' olarak geçen bu olayın ardında Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi sözde sivil ama aslında devlet güdümlü bir örgütün olduğunu, bir başka karakteristik özellik olarak vurgulamak gerekir.

FARKLI AMA AYNI ÖRGÜTLER

Bu kanlı eylemleri düzenleyen devlet odaklı örgütlenmeler, kullandıkları yöntemler çok büyük benzerlikler göstermekle birlikte dönemin siyasi dengeleri çerçevesinde birçok farklı isimle geleneğini sürdürmüştür. Bu gelenek kapsamında; Hamidiye Alayları'ndan Teşkilat-ı Mahsusa'ya, Seferberlik Tetkik Kurulları'ndan kontgerillaya, Özel Harp Daireleri'nden JİTEM'e, Hizbul-Kontr'dan Ergenekon'a birçok farklı ama aynı örgüt tarih sahnesinde yerini almıştır."

1970'li yılların ikinci yarısından itibaren yaşanan olaylarda, faillerin devletle bağlantılı ve MHP, Ülkü Ocakları gibi ırkçı-milliyetçi gruplarla ilişkili eğitilmiş kişiler olduğunu hatırlatan Dink ailesi avukatları, "1978 yılında Ankara Bahçelievler'de Türkiye İşçi Partili 7 gencin öldürülmesi de kontrgerilla ile sivil paramiliter güçlerin ortak gerçekleştirdiği bir eylemdir. Olay yerinde bulunan araç, MHP Gençlik kolları başkanı Mustafa Mit'e aittir. Olayın faillerinden biri olan Haluk Kırcı'nın ifadesinde emri Abdullah Çatlı'dan aldığını söylemesine rağmen dönemin Ülkü Ocakları Derneği Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı hakkında herhangi bir soruşturma yapılmamıştır. Aynı dönemde Derneğin Genel Başkanı bu mahkeme salonunda Yasin Hayal tarafından adı sıkça dillendirilen Muhsin Yazıcıoğlu'dur" şeklinde örneklendirdi.

ÖLDÜRÜLEN GAZETECİLER, AKLANAN FAİLLER

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, Uğur Mumcu ve Musa Anter gibi gazetecilerin öldürülme ve katillerinin bağlantılarına dikkat çeken avukatlar, JİTEM sürecini de şu şekilde aktardılar: "Mehmet Ağar’ın '1000 operasyon yaptık' diye övünerek anlattığı bu dönemde özel timler ve itirafçılarla işbirliği halindeki JİTEM adlı örgüt sahneye çıktığını görürüz. 1990'lı yıllarda hedefe özellikle Kürtler konurken, faili meçhul cinayetlerin, kaybetme, kaçırma ve işkence edilerek öldürme, yöntem olarak öne çıkmıştır. Vedat Aydın, Musa Anter, Metin Can ve dönemin başbakanı Tansu Çiller'in 'elimde PKK'ya yardım edenlerin listesi var' demesinin ardından Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım, Yusuf Ekinci, Medet Serhat, Faik Candan gibi isimlerin yok edildiği bu kara dönemde 17 bin faili meçhulden söz edilmektedir."

Avukatlar ayrıca, devlet açısından bir başka geleneksel "öteki" kimlik olan Aleviliğin de '93 Sivas Katliamı ve '95 Gazi Katliamı gibi eylemlerle hedef seçildiğini ifade etti.

Kaynak: ETHA