23 Ağustos 2010 Pazartesi

ALF ve ELF / TERÖRİST KİMDİR?

PAUL WATSON
SEA SHEPHERD GEMİSİ'NİN KAPTANI



Steve Best ve Anthony J.Nocella ‘nın Terrorists or Freedom Fighters:Reflections on the Liberation of Animals kitabından çevirilmiştir.

ALF ve ELF, terörist gruplar olarak adlandırılabilir mi?

Bu sorunun cevabı eylemleri kimin yargıladığına bağlı. Terörizm suçlamaları genelde çok keyfidir. Terörizm konusunda nesnel bir yargı merci bulunmadığını söyleyebiliriz. Aslında, 11 Eylül sonrası ABD’sinde bu yafta medyada öylesine gelişigüzel kullanılmıştır ki kelimenin gücünü kaybetmek üzere olduğunu söyleyebiliriz. Bu sözcük giderek İngilizce’de en çok, en düşüncesizce, umursamadan ve sorumsuzca kullanılan sözcük haline geliyor.

Terörizm, askeri ya da muharip olmayan taktiklerden ve stratejilerden beslenen bütün şiddet eylemleridir şeklinde bir tanımla açıklanabilir. Peki, içi masum yolcularla dolu iki uçağı kaçırıp Dünya Ticaret Merkezi’ne bilerek çarpmak bir terörizm eylemi midir? Elbette öyledir. Peki Yemen’de ABD’ye yönelik saldırı bir terörizm eylemi miydi? Burada cevabımız ‘hayır’ olmalı. Sadece savaşçılar söz konusuydu. Hedef ise askeri bir hedefti. Bu, şiddet içeren bir eylemdi; ancak bir terörist saldırı değildi. Buna benzer şekilde, Pearl Harbor’a yönelik Japon saldırısı bir askeri saldırı olup bir terör eylemi değildi. Bunun tersine, ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’yi atom bombasıyla vurması ise terörist saldırılardı; çünkü buradaki hedefler sivil insanlardı. Bir uçağın kaçırılıp Pentagon’a düşürülmesi bir terör eylemi miydi? Evet, çünkü hedef tartışmasız bir şekilde askeri bir hedeftiyse bile, kaçırılan uçakta masum siviller bulunuyordu.

Bu şekilde tanımlanan terörizmin son zamanlarda icat edilen bir medya tanımı olmadığını bilmemiz gerek. Terörizm tarihin ilk zamanlarından beri insan kültürlerini meşgul eden bir konu olageldi. Elbette, tarihi kaydedenler açısından bu eylemlerin daima terörizm olarak görülmediğini bilmek lazım. Örneğin; Amerika Yerlileri ve ABD hükümetleri arasındaki sorunlarda, Kızılderili köylerinin yakılmasına muhabere denmiştir, oysa Little Big Horn Muhaberesi ise ABD tarihine bir katliam olarak geçmiştir, oysa burada çarpışan taraflar sivil değildi. Nikaragua’da kontralara terörist gözüyle bakılıyordu; ama Reagan yönetimine göre onlar özgürlük savaşçılarıydılar. İngiliz hükümeti Boston Tea Party’yi meşru bir eylem olarak görmüyordu, George Washington’ın adamlarına hain ve terörist gözüyle bakılıyordu. Nathan Hale terörizm iddiasıyla asıldı, ve eğer yakalansaydı Washington’ın da akıbeti aynı olacaktı.

Hedefin ne olduğunu ortaya koyarak eylemin terörist bir saldırı mı yoksa askeri bir saldırı mı olduğunu anlamak zor değildir. Sivillere yönelik askeri, politik, dini ve kriminal gruplar tarafından uygulanan şiddet içeren eylemler terörist saldırıdır. Ama iş bu kadar basit değildir.

Örneğin, terörizmin genelde kabul gören tanımlarından birisi şudur: terörizm; elinde düşük teknolojiye sahip ya da teknoloji içermeyen silahlar bulunan insanların ileri teknoloji silah sistemlerini kontrol eden hükümetlere yönelik eylemleridir. Mesela bir tanka molotif kokteyli atarsanız siz bir teröristsiniz. Ama 100 milyon $ değerindeki uçaklardan bir okul servisine napalm bombası atarsanız o zaman siz olsa olsa askeri bir hedefi vuruyorsunuzdur. Bütün mesele, donanımın fiyatıdır.

Bu yazıyı yazarken, televizyonda iki haber gördüm. Haberlerden birisi çevreci ‘teröristlerin’ bir mink çiftliğinden 10 bin minki serbest bıraktığını yazıyordu. Kimse yaralanmamıştı. Mülke zarar verilmemişti ve 10 bin hayvan anal yoldan elektrik verilme yoluyla öldürülmekten kurtarılmıştı. Bu haberden önceki haberde ise Hamas’a yönelik bir İsrail ‘saldırısı’nın olayla alakası olmayan 6 insanı nasıl öldürdüğü anlatılıyordu.

Terörizm ne zaman terörizm olmaktan çıkar? Cevap şu: terörizm; hükümetler, kurumlar ya da dinler tarafından onaylandığında ya da medya öyle olmasına karar verdiği zaman terörizm olmaktan çıkar. Hükümetler, dinler ve kurumlar daha dominant ve güçlü oldukça, statükoyu korumak ya da sosyal ve politik değişim amacıyla terörün kullanılması daha da meşrulaşır.

Adolf Hitler’in demokratik yöntemle seçilmiş bir lider olduğunu ve 30'lı yıllarda Almanların ya da yabancıların Onun hükümetine yönelik muhalefetinin yasak olduğunu unutuyoruz. Yahudilerin toplama kamplarına götürülmesine karşı çıkmak suçtu, ve Nazilere suikast düzenleyenler aslında meşru bir devletin yasalarını çiğniyorlardı, bu yüzden de terörizmle suçlanabilirlerdi. Yahudilerin toplama kamplarına götürülmelerine karşı çıkmak yasaya aykırı idiyse bile, ahlaki anlamda bu doğru bir şeydi, ve bazen yasalara meşru müdafaa ya da devletin yasal tiranlığından kurtulmak amacıyla insanlar karşı çıkmadan müdahale edilmesi gerekiyordu. Günümüzde çevre ve hayvan hakları hareketlerinde gördüğümüz şey de budur. İnsanlar hayatı devletin yasal tiranlığından korumak için yasalara karşı çıkmak zorunda bırakılıyor.

Peki bu durum, yasaya karşı çıkan diğer hareketlerden ya da bireylerden hangi anlamda farklı? Mesela; kürtaj yasasına karşı çıkan eylemciler doğmamış bebekleri hükümetin politikalarından korumak için yasayı çiğniyorlar. Aslında temel ilkeler açısından bir fark söz konusu değil; ama şiddetin dereceleri anlamında farklar var. Hristiyan kürtaj karşıtları kasıtlı olarak doktorları öldürüp sivilleri bombaladılar. Hayvan hakları eylemcileri ve çevreciler tek bir cinayet işlemedi ya da cinayeti hedefleyen bir eylemde bulunmadılar. Kürtaj karşıtları doktorların katil olduğunu ve ölmeyi hak ettiklerini öne sürüyorlar. Bu argümanın kendini hayat hakkını savunanlar olarak tanımlayan bir gruptan gelmesi saçma. Bu hakkı savunanların çoğunun ölüm cezasını savunduğunu da biliyoruz. Bir keresinde balina avcılığını engellemem sebebiyle radyoya bomba ihbarı yapılmış ve benden de radyoyu terk etmem istenmişti. Buradaki ikiyüzlülük hem şaşırtıcı hem de düşündürücü. Ancak, hayvan hakları eylemcileri ve çevrecileri kürtaj karşıtlarının felsefeleriyle ters düşse bile eylemleri ve taktikleriyle ters düşemezler, bu ikiyüzlülük olur. Ancak kürtaj karşıtlarının eylemlerini şiddet ve cinayet olmaları anlamında kınayabilirler.

Bir terörist, eğer terör eylemleri onu devlet adamı kademesine çıkarıyorsa da terörist değildir. Michael Collins, İrlanda İngiltere’den bağımsızlığını kazandığı andan itibaren artık bir terörist değildi. İrlandalılar terörizmi İngiltere’ye karşı bir silah olarak kullandı, ve terörizm yüzünden askeri hedeflerin hayata geçirmeyi başardılar. Terör taktikleri olmasaydı bugün İrlanda bağımsız bir devlet olmayacaktı.

Terörizmin meşrulaştırılmasına verilebilecek en iyi örnek, savaş sonrası İngiltere tarafından yönetilen Filistin’dir. Burada bir sürü Yahudi terörist grup bulunuyordu, en ünlüsü de Stern Gang’di. Bu grup Avraham Stern tarafından İngiltere karşıtı Irgun grubundan ayrılarak kurulmuştu. Stern Gang’in operasyon komutanı İzak Şamir’di. İzak Şamir Likud Partisi’nden dışişleri bakanı olarak göreve gelmiştir. Bu da başbakanlığa yükselmesinde bir başka adımdı. Başbakan Menachem Begin, İzak Şamir’i dışişleri bakanlığına getirdiğinde onun 2 suikatten sorumlu birisi olduğunu biliyordu. İzak Şamir 1944’te Ortadoğu’da İngiliz temsilci Lord Moyne’u ve BM’in Filistin konusunda arabulucu olması göreviyle yolladığı Folke Bernadotte’u suikast sonucu öldürmüştü. Ama bu, Başbakan Menachem Begin için şaşırtıcı ya da sürpriz bir durum değildi, zira kendisi de Yahudi terörist grubu Irgun’un bir zamanlar bir üyesiydi. 1946’da King David Hotel’deki İngiliz idare merkezine bombayı yerleştiren de Menachem Begin’di. Bu bomba sonucunda 90 kişi ölmüştü, 45 kişi yaralanmıştı. Ve bu adama 32 sene sonra 1978’de resmen Nobel ödülü verildi.

İsrail’in bağımsızlığından sonra Başbakan David Ben-Guiron hem Irgun’u hem de Stern Gang’i yasakladı, ancak teröristlerin adalet karşısında hesap vermesi gibi bir durum hiç söz konusu edilmedi. Tam tersine, sokaklara suikastçilerin isimleri verildi. Hatta Menachem Begin, Avraham Stern’in resminin bulunduğu pullar da bastırdı. Bugün, Filistin terörizmine karşı çıkan İsrail, kendi devletinin kurulmasını da bombalar ve suikastler yoluyla uyguladıkları terör eylemlerine borçlu olduğunu unutmuşa benziyor.

Yahudilerde mekhabbel diye bir kelime vardır. Bu kelime politik şiddet kullanan kişi anlamına geliyor. İngilizlere karşı silahlı mücadele yürüten İzak Şamir ve arkadaşları tarafından gururla kullanılmıştır bu kelime.40lı yıllarda bu kelime sabotajcı kelimesiyle yer değiştirdi, Stern Gang sabotaj düzenlemekten çok daha fazlasını yapıyordu oysa. Bu kelime günümüzde terörist kelimesine dönüşmüş durumda, aynen ‘Filistinli terörist’ kelimesinde olduğu gibi. Diğer bir deyişle, artık hedefe ulaşıldıktan sonra yani İsrail devleti kurulduktan sonra, hedef yani İsrail devleti aynı yöntemleri kullanarak kendisine zarar vereceklerden korunmak zorundaydı.

Hükümetler vatandaşlarının fikirlerinin ve eylemlerinin çerçevesini belirlerler. Timothy McVeigh Oklahoma City’deki bombalama eyleminde ölen çocukları nasıl olup da ‘ savaş zaiyatı’ diye nitelediği sorulduğunda bunun devletten öğrendiği bir kavram olduğunu söylemişti: ‘Körfez Savaşı’nda öldürdüğümüz çocukların savaş zaiyatı olduğu söylendi bize, Waco’da öldürdüğümüz çocukların savaş zaiyatı olduğu söylendi bize. Ne farkı var?’

Neden şiddetin sorunların çözümü için gerekli olduğu sorulduğunda McVeigh bunu da devletin öğrettiğini, devletin bütün problemleri şiddet yoluyla çözdüğünü söyledi. Buna McVeigh’in sorunu da dahildi, kendisi şiddete karşı çıkıyormuş numarası yapan bir devlet tarafından öldürüldü. Devlet McVeigh’in taktiklerine karşı çıkmıyordu; sadece hedef konusundaki seçimleriydi karşı çıktıkları.

Şiddet dolu bir toplumda insanların şiddet içeren çözümler aramasına şaşırmamak zorundayız. Medya kültürümüz şiddeti yücelten ve şiddetin sonuç verdiğinin altını çizen filmler, dergiler, kitaplar ve müzik aracılığıyla her bir kuşağı eğitiyor. Ve şiddet , onu uygulayanlar ve destekleyenler tarafından meşrulaştırılırken buna karşı çıkanlar tarafından da kınanıyor. Diğer bir deyişle, bütün insanlar felsefesini kabul ettikleri şiddeti desteklerken felsefesini kabul etmedikleri şiddete de karşı çıkıyorlar.

Toplumsal değişim şiddet dolu bir girişimdir ve daima da böyle olmuştur. İnsanlık tarihinde şiddetten uzak bir şekilde başarılmış toplumsal veya politik bir devrim yaşanmamıştır. Şimdi hemen Gandi şiddet kullanmamış bir örnek olarak öne sürülecektir. Ne yazık ki onun mücadelesi şiddetten uzak değildi. Gandi şiddetten uzak durmayı İngilizlere karşı bir strateji olarak kullandı. Bu onların Aşil topuğuydu. Gandi taktikleri Stalin’e ya da Hitler’e karşı asla işe yaramazdı. Zaten İngilizlerle de çok işe yaramadı. Hint Devrimi bir çok cepheden meydana gelmiş bir mücadeleydi. Şiddet dolu direnişler yaşandı, mesela Subhas Chandra Bose ve İngiliz racasına karşı organize silahlı direnişini burada sayabiliriz. Gandi’nin takipçileri öldürüldü. Gandi’ye de suikastte bulunuldu.

ABD’deki Sivil haklar hareketi de Dr. Martin Luther King gibi özgürlük savaşçılarının şehitlikleri sayesinde elde edilmiştir. King ve ona inananlar genelde şiddet içermeyen taktikleri sebebiyle takdir edilmeliyse de elde edilen başarılar gene de şiddet kullanmanın bir sonucudur. Hükümetin statükoyu değiştirmesi için hayatlar feda edildi.

ALF ve ELF eylemcileri de bugüne dek varolan diğer sosyal ve politik hareketlerin taktiklerine ve stratejilerine öykünüyor, ama tek bir fark var-henüz kimseyi öldürmediler. Ancak hem çevreciler hem de hayvan hakları eylemcileri öldürüldü ve medya da onların ölümüne terörizm gözüyle bakmaya hiç istekli değil.

1985’te Fransa hükümetinin ajanları Yeni Zelanda’da Rainbow Warrior gemisini batırıp bir fotoğrafçıyı öldürdüler. Hiçbir devletin lideri bu saldırıya terörizm demedi. Ancak Sea Shepherd Conversation Society yasaya aykırı olarak hiç kimseye zarar vermeden balina avına müdahale edince bu eyleme medyada hemen ekoterörist eylem adı verildi, hem de yasal hiçbir suçlama yapılmamasına rağmen. Balıkçılık şirketleri medya ya da hükümetlerin zerre kadar tepkisi olmaksızın bir çok türü ortadan kaldırıyor, ama Earth Island Institute tuna boykotu ya da yunusların korunması amacıyla eylem çağrısı yapınca ekonomik eko-terörizmi savunmakla suçlanıyorlar.

Eko-teröristler gerçekten var. Exxon Alaska’da eko-terörizm yaptı. Union Carbide, Bhopal’da, Hindistan’da eko-terörizm yaptı. Ormanları katleden endüstriler her gün eko-terörizm işliyor. Bu şirketlerin isimleri terörist kurumlarla alakalı hiçbir federal listede bulunmayacak; çünkü onların parası var ve para da Mark Twain’in bir zamanlar ‘Orospuların Parlamentosu’ dediği Washington, DC’de düdüğü çaldıran yegane şeydir.

Okyanuslarımızın ve ormanlarımızın tamamen ortadan kaldırılması ve biyoçeşitliliğe yönelik inanılmaz suikastler en üst düzeyde bir terörizmdir- antroposentrik(insan merkezci) kültür tarafından kabul edilen bir terörizmdir. Acı gerçek şu ki son 65 milyon yıl içerisinde yok olan türlerden çok daha fazlasını 1980 ile 2040 yılları arasında kaybetmiş olacağız. Bu kitlesel yok oluşun önemi çok büyük ve bu durumun şu anda hominidlerin birbirine yönelttiği saldırılardan ve bütün terörist saldırılardan çok daha büyük sonuçları olacak.

ALF ve ELF gibi gruplar nereye gidiyor? Cevabı şöyle: eylemciler nereye kadar götürmek isterse oraya. Bu gruplar hiçbir kurumun ya da devletin güdümünde değiller. Merkezi bir otorite söz konusu değil. Bunların önceden tahmin edilmesi mümkün değil, ve bu yüzden pratik anlamda da durdurulmaları imkansız. Bu gruplar, hiçbir şekilde yasal önlem almayan ve bu yüzden eylemcilerin öfkelerine gaz veren zalim bir kültüre yönelik tepkilerin yansımasından başka bir şey değil. Hareket içerisinde insanlar hapse atılıp taciz edileceklerdir, ama bunun önüne geçilmesi mümkün değil; çünkü anaakım kurumların yer altı kurumlarının eylemlerini bastırmak için yapabilecekleri hiç bir şey yok.

Aslında bütün dünya şu anda görünmez direniş gruplarıyla savaş halinde olan kurumlarla dolu, bu grupların birçoğu birbiriyle sorun yaşıyor. Bazıları iyi bazıları ise kötü, bakana göre değişir. Üyelerin ve eylemcilerin gözünde hepsi iyi. Tabii 6,5 milyar egonun yarıştığı bir dünyada bundan doğal ne olabilir? Nüfus arttıkça bütün bu kaotik meselelerle başa çıkmak için daha baskıcı kanunlar ortaya çıkacaktır.

Şu anda hayvan hakları ve çevre hareketlerinin önündeki en büyük mesele her iki hareketin de global hükümetler, medya ve finans kurumları tarafından marjinalleştirildiği bir sistem içerisinde nasıl hayatta kalacağıdır. İnsan doğası denen şey gereği hareketler daha baskıcı koşullara uyum sağlayacaktır, ve bunu becermenin en güvenli yolu hücre yapılanmaları aracılığıyla yer altına inmektir. Aslında, yer altı direnişini ortaya çıkaran şey bu baskının kendisidir, baskı çoğaldıkça direniş hareketlerinin becerisi artar.

Bu konuda verilebilecek en iyi örnek, Almanya ve Avusturya’da son derece ölümcül bir Nazi rejiminin varlığına rağmen yer altı direnişinin asla çözülmemiş olmasıdır. Fransız direnişi Fransız vatandaşlarının %2’si kadarından oluşuyordu; ama Almanlara karşı ‘terörist’ eylemlere giriştiler ve bir çok kayba rağmen Nazilerin yenilmesi için yardım ettiler. Fransızların çoğu bu ekstrem gruplar onların uğruna savaşıp öldükleri için hiç bir şey yapmadı. Ekstrem bir eyleme karşılık ekstrem bir cevaptı bu- yani Fransa’nın işgaline.

ELF ve ALF hem çok uyum sağlayabilen hem de becerikli gruplar olduklarını kanıtlamış durumdalar. Bu gruplarda eylem yapan çok az kişi yakalanıp hüküm giydi, ve eylemlerinin çok çok azı engellenebildi. Geleneksel direniş gruplarına kıyasla ALF ve ELF grupları daha gevşektir. Her anlamda ELF ve ALF’in daha da güçlendiğini söyleyebiliriz, bu da hayvan hakları ve çevre hareketlerinin her yıl güçlendiğini göz önüne alınca son derece mantıklı. Eğer bu iki hareketin radikal yer altı grupları her iki davaya da inananların sadece %1’ini temsil ediyorsa bile yer altı direnişinin de büyümesine yardımcı olmaya devam ediyor; çünkü bir şekilde daha anaakım gruplar bu grupları destekliyor, hele de ana akım grupların istenen hedefi başaramadığı anlaşıldıkça bu destek daha da artıyor. Ancak burada ironik olan şey şu ki ekstrem gruplar yüzünden ana akım gruplara daha fazla meşruluk sağlanıyor, yoksa bu mümkün olmazdı. The Sierra Club ve Humane Society of The United States gibi kurumlar ister beğensinler ister beğenmesinler ALF ve ELF eylemlerinin faydasını görüyorlar. Ekstremler yüzünden ılımlı yaklaşımlar ilerleme kaydedebiliyor. Yer altı grupları aslında yığınsal destek gruplarına tazyik sağlayan şok taburları gibiler.

İsrail’in Stern Gang ve Igrun’un eylemleri olmasa bugün var olmayacağı gibi hayvan hakları ve çevre hareketleri de ALF ve ELF olmasa bir şey başaramazlar. Sivil Haklar Hareketi Martin Luther King, Jr. yanında Kara Panterler’e de sahipti. Hindistan Devrimi’nde Gandi vardı ama Bose da vardı. Hayvan hakları hareketinde Peter Singer var; ama Rod Coronado da var. Hareketler, çeşitlilik olmasa eksik kalırlar.

Aslında, hareketler ancak bu çeşitlilik sayesinde ayakta kalabilirler, bu çeşitlilik eylem spektrumu içerisinde her grubun bir diğer gruba tolerans göstermesini gerektiriyor. Ana akım grupların kaynaklarını heba edip ALF ve ELF gibi gruplara saldırması sadece zaman kaybı. Ana akım grupların gizli eylem gruplarını ya da eylemci bireyleri engelleme içni yapabileceği hiçbir şey yok. Bu eylemlere gönülden katılmamak tek çözümdür. Gizli bir grubun bir eylemini haklı çıkarmak için zorlandığında ana akım grupların yapabileceği şey, problemin ya da tehditin boyutu çok uç noktalarda olduğu için kişilerin ya da grupların da bu meseleye işaret etmek için aşırı önlemlere başvurmak zorunda kalmasından dolayı üzüldüklerini söylemektir.

İşin aslı şu ki isteseniz de istemeseniz de ELF ve ALF çevre ve hayvan hakları varoldukça var olmaya devam edecek. Her iki grup da merkezilikten uzak, çeşitlilik anlamında yaygın, bilinmez ve önceden kestirilmesi imkansız gruplar olup üyelikleri o kadar belirsiz ve geçirgendir ki her iki grubu da ortadan kaldırmak imkansızdır. Aslında, gerçek anlamda var değillerdir. ELF ve ALF gölgelerden meydana gelmiş merkezi bir odağı olmayan gruplardır. Bir eylemciyi tutuklayın eylemciden elde edilecek bilgi en fazla küçük bir hücre grubuyla alakalı olacaktır, çünkü başka hiçbir grupla alakaları yoktur. ELF ve ALF üç harften meydana gelmiş iki grup gibi, bazen bir duvara kırmızı boyayla adı yazılan, bazen bir bildiride adı basılan bazen de kalabalıkta haykırılan iki isimden ibarettir.

Bir hareket insanların kalplerinde ve akıllarında bir fikri yerleştirmeye çalışır. Fikirler su gibi akarlar, bariyerlerden ve engellerin üzerinden akarlar, en az direniş görülen yerlere doğru akarlar, en sert şekilde çarpar, göletlerde sakinleşir ve sonra da uygun ortamda buharlaşıp ortadan kaybolurlar. Bir tsunami dalgası gibi, ne olduğu tamamen anlaşılmadan su ortadan kaybolur. Arkada ise yıkımın bütün izleri kalır. Kurumlar gizli eylemleri engellemek için çabalayabilirler, ama fikirler, hareketler fikirlere odaklanıp şaşırtıcı sonuçlar elde etmediği sürece hiçbir iz bırakamazlar. Nelson Mandela’nın salıverilmesi 1960’larda, 70’lerde ve 80’lerde hız kazanan bir fikirdi, ama en sonunda ırk ayrımcılığının sırtında bir tsunami gibi vurduğunda her şeyi alt üst etti ve ardından da her şeyi sildi süpürdü. 1970’lerde hiç kimse Nelson Mandela’nın Güney Afrika’nın başkanı olacağını düşünemezdi. Bu imkansızdı. Ama imkansız olan, gerçek oldu; çünkü hem gizli hem de ana akım bir hareket, hem şiddete başvuran hem de şiddetten uzak bir hareket ama daha önemlisi artık zamanı gelmiş bir hareket sayesinde imkansız gerçek oldu.

İnsanlık doğa kanunları içerisinde her şeyle ve herkesle uyum içerisinde yaşayabilir mi? İnsanlık diğer türlerin toptan yok olmasına bir son verecek mi? Şu anda kulağa imkansız geliyor; ama bu, zamanı henüz gelmemiş bir fikir. Ama nehir akıyor, ve hızlanıyor da; bir gün bu dünyanın insan olmayan sakinleri hak ettikleri mucizeyle karşılaşabilirler- yani Homo Sapiens türünün yarattığı korku olmaksızın bu dünyada yaşayabilme mucizesiyle.

Ana akım hareketler ELF ve ALF’i kabul etmeli ve ana akım eylemlerine devam etmeli. Gelecekte gizli taktiklerin arttığı görülecek, ALF ve ELF saldırıları artacak. Dikkat çekilmesi gereken büyük bir öfke ve hayal kırıklığı havuzu var, hareketler daha çok ceza gördükçe bu öfke ve hayal kırıklığı daha da güçlenecek.

ELF ve ALF’i durdurmanın tek bir yolu var. Basit, gerçekten basit. Toplumun yapması gereken tek şeyi diğer insanlara, diğer türlere ve ekosistemlere karşı uygulanan şiddete son vermektir. Bu grupların var oluş sebepleri ortadan kaldırılmalıdır’hem zaten bu hareketlerin talep ettiği nedir ?

Zulme, yıkıma, ölüme son verip bütün türlerin huzur içerisinde yaşayabilmesi.

Kötü bir amaç değil gerçekten. Neden bu amaca karşı çıkılsın ki?

Bu amaca ulaşıldığında ELF ve ALF ortaya çıktıkları gibi gizemli bir şekilde ortadan kaybolacaklar- tarihin sisleri içerisine gölgeler olarak karışacaklar.

Çeviri: CemC

Kaynak: Hayvanozgurlugu.com