26 Aralık 2013 Perşembe

"Kentler Tüm Canlılar İçin Sömürüdür!"

Benzer, ortak dertlere sahip olduğumuz için çağrıcısı olduğumuz 22 Aralık İstanbul "Kent" Mitingi vesilesi ile kent ve kentlilik, modernlik, kentlerin yol açtığı sorunlarla ilgili bir kez daha bir şeyler söyleme gerekliliği duyuyoruz.


Ancak öncesinde, meşru taleplerin dillendirilmesine katlanamayarak en temel hak ve özgürlük olarak "anayasal hak" diye güvence altına alındığı iddia edilen toplanma hakkını dahi kısıtlamak isteyip kendini üzerimize, mitinge saldırmaktan yine alıkoyamayan gözü dönmüş kolluk kuvvetlerini bir kez daha kınadığımızı belirtmek istiyoruz.
İstanbul gibi "metropol" olarak tanımlanan kentler, bizi hapseden, kendimize, doğaya ve tüm canlılara yabancılaşmamıza yol açan, bizi kontrol altına alan, sınırlı mikro-dünyalar olarak karşımıza çıkıyor. İster büyük, ister küçük olsun, her kentin merkezinde, zirvesinde en baskın şekli ile egemen kültürleri görmemiz mümkün. Bu egemen kültürün, günümüzde ne gibi ayrımcı, sömürücü eylemlere yol açtığını görmek için ise "âlim" ya da uzman olmak gerekmiyor; şiddeti bizzat, tekrar ve tekrar yaratan gündelik kent yaşantısında bir anlığına etrafı gözlemlediğimizde, nasıl bir cinnet ortamının içinde yaşadığımızı kolaylıkla fark edebiliriz. Neredeyse her kesim tarafından mükemmel, eşsiz, modern olarak tanımlanan bu kentler ve bu kentlerin yönetimine talip olan egemenler, kenti daha da "ileri" götürmek iddiası ile birçok çeşitliliği yok etmeye çalışıyor; kentli kesimlerin yararına olduğu, kentleri daha da modernleştirmek adına -aslında kendi ceplerini doldurmak için- türlü çılgın proje ile karşımıza dikiliyor; kendi çıkar savaşlarını bize "modernlik" adı altında yutturuyor, her türlü şiddeti, tahakkümü normalleştirmemizi sağlıyorlar. 
Her yerin gökdelen, alışveriş merkezi, lüks restoranlarla kaplandığı kentlerde, neredeyse tamamı tüketim çılgınlığına kapılan kentliler, yanı başlarında işlenen cinayetleri, kıyımları; gerçekleşen cinnetleri gazetelerin üçüncü sayfalarında okuyarak çoktan normalleştirdi bile: Bugünkü kent yaşamında, mahallesinden adeta kazınarak sökülüp atılan Romanlar, trafik sorununu çözemeyeceği açık olan 3. köprü inşaatı sebebi ile Boğaz'ın bir yakasından diğer bir yakasına göç etmek zorunda bırakılan domuz ailesi, oldukça modern bir plazanın inşaatında çalışırken metrelerce yükseklikten düşüp ölen işçiler, ne işe yaradığı herkes tarafından bilinen devletlerarası zirvelerin öncesinde modern kent portresi çizmek için zehirlenen, parmaklıklar ardına hapsedilen sokak köpekleri ya da "usulüne uygun" olarak ortadan kaldırılan sokak çocukları,  birer lütufmuş gibi sunulan en temel ihtiyaçlara ulaşımı engellenen, açlık sınırında yaşayan insanlar, sokaklarda taciz, tecavüz tehdidiyle yaşamak zorunda bırakılan, evlere hapsedilmek istenen kadınlar, kentin kapışılan merkezine layık görülmeyip gettolara itilen, buralarda linç edilen, evleri mühürlenen trans bireyler, modern kentli için hiçbir anlam ifade etmiyor. Sabahın köründe kalkıp yollara düşen modern kentli, işine zamanında yetişmek ve evini modern mobilyalarla döşeyip kendine has hapishanesinde yine modern bir yaşam sürmek için her gün yeni bir cinnet gününe başlıyor. Cinnet toplumunun içinde kimin ne şekilde tüketildiği, ufalandığı "para kazanmak" fiilinden daha önemsiz hale geldi. Kırsaldan kente gelenler ise "modernleşmek" uğruna birbiriyle yarışmak zorunda kalıyor; modernlik oyununu kuralına göre oynamak için dişini geçirebildiği her şeye hükmetmeye, bu tahakküm üzerinden kendini var etmeye devam ediyor. Adaletsizlikleri teşhir ve protesto etmek için yapılan yürüyüşler, pankartlı eylemler ise rutine bağlanmış, birkaç "rahatsız"ın çatlak sesi olarak görülmekten öteye gidemiyor.


Kentlerin enerji açığını kapatmak ise son yıllarda egemenlerin, hükûmetin derdi oldu sözde... Virüs gibi yayılan kentlerin enerji açığını kapatma yalanı ile bir avuç imtiyazlının cebini dolduran ve doğanın canına okuyan fabrikaların kurulması ve endüstrileşmenin devamı için gezegenin dört bir yanı talan ediliyor. Modernleşmeyi bir ayrıcalık olarak sunarak göz boyamak isteyenler, doğaya karşı açtığı savaşı meşrulaştırmak için yapay olanın lehine tabiatı yok ederek ve kırsal bölgeyi kent önceliklerine riayet eden önemsiz, değersiz bölgelere indirgiyor. Tüm kentler bugün toprak, dünya karşıtı olarak önümüze çıkıyor. Kentlerin büyümesi için yeni iskân politikaları üretiliyor, son kalan doğal/yabanıl yaşam alanları da rant uğruna yeryüzünden silinmek isteniyor. Kentsel dönüşümde ise sadece insanlar değil, hayvanlar da zorunlu göce tabi tutuluyor ancak hayvan katliamları muhalif kesimler tarafından bile sorun olarak görülmediği için zorunlu göçün tek mağduru insanlarmış gibi gösteriliyor... Bitmek bilmeyen köprü inşaatları, yol yapım çalışmaları, çılgın ve dev projelerin yanında, orman vasfı kaybettirilerek emlâka açılmak istenen son ormanlar, maden sondajı için delik deşik edilen yeryüzü, bugün tam anlamı ile alarm veriyor. Daha çok gökdelen, gösterişli ve "doğanın içinde" diye tanıtılıp aslında doğanın içine eden villalar/siteler ve daha çok modernlik, bugün hayvanlara, doğaya ve sistemli bir şekilde yoksullaştırılan "öteki" kentlilere zulüm olarak yağıyor. Ekolojik tahribata, soykırıma karşı çıkanlar, bu zulme tepki verenler ya da en basitinden kırsalın içinde doğup evini, yaşam ortamını sermaye gruplarına kaptırmak istemeyenler, devletin kolluk kuvvetinin kaba kuvvetine maruz kalıyor, adaletsizliği karakteristik hale getirmiş yargı organlarının yıllarca bitmek bilmeyen davaları ile yıldırılmak isteniyor.

Kapitalizmin ve endüstriyel kentin randımanlı işleyişi ve kent merkezlerini soylulaştırması için son yıllarda ortaya atılan hızlandırılmış eko-soykırım projeleri bu topraklarda son yıllarda iyice görünür hale geliyor... Daha önce ekoloji kavramının yüzüne bile bakmayan muhalif kesimlerin de şimdilerde, doğa savunma mücadelesini sistem karşıtı mücadelenin neredeyse merkezine yerleştirdiğini görmek mümkün. Ancak ekolojistlerin bile hayvan özgürlüğü, yaban hayatına yönelik sistematik tecavüz, hayvan sömürüsü gibi konuları pek içselleştiremediği ortada. "Ormanlarımız, suyumuz, dağlarımız" şeklinde sahiplik ifade eden, doğayı sadece bir kaynağa indirgeyen ve doğa üzerinde tahakkümcü zihniyeti güçlendiren kavramlarla ile yazılan bildiriler ise maalesef samimiyetten oldukça uzak.

Kapitalizmin merkezi ve yerel yönetimler eliyle gerçekleştirdiği eko-soykırım projeleri, son yıllarda iktidarın koltuğunu sağlamlaştırmasıyla daha da saldırgan biçimde ve rahatça uygulanmaya başlandı. Kendi mahkemelerinin kararlarına rağmen yıkmaya, yok etmeye hiç ara vermeden devam ettiler, ediyorlar.

Bugün geldiğimiz noktada, kentin varlığı, tahakküm ve sömürü toplumunu da beraberinde sürüklüyor. 3. köprü, 3. havalimanı, HES'ler vd enerji santralleri, Marmaray, Kanalistanbul, TOKİ'ler, baraj, fabrika, maden, yol, kentsel dönüşüm, baz istasyonları, yüz tanıma sistemli MOBESE'ler, okul, karakol-kalekol, vergi dairesi, fabrika/entegre çiftlikler, sınırlar, devasa adalet sarayları ve yüksek güvenlikli hapishane inşaatları gibi enerji, ulaşım, hammadde, nakliye, iletişim, eğitim, güvenlik adı altında birçok proje doğanın, içinde yaşayan canlıların ve insanların daha fazla sömürgeleştirilmesini ve gerektiğinde uygun bir şekilde ortadan kaldırılmasını amaçlıyor. Bu anlamda kentte oluşan sorunlar, kentin kendisi sorguya çekilmeden çözülmekten ziyade daha da karmaşıklaşıyor. Kentin yarattığı "modern" sorunların ise yeni inşa edilen köprüler, havalimanları ile çözülemeyeceği de oldukça açık. Nüfusu her geçen gün katlanarak artan ve sürekli göç alan özellikle mega kentler, bugün patlama noktasında. Üç değil on köprü de yapılsa, pompalanan otomobil talebi sonucunda trafik çilesinin bitmeyeceği de aşikâr. Trafik bir yana, belirlenen köprü güzergâhının imara açılması ile nüfus sistemli bir şekilde patlatılarak yaşadığımız cinnet ne yazık ki bir sosyal isyan ile değil kent sistemine daha fazla entegrasyonla sonuçlanacak gibi görünüyor.

İnsanın diğer hayvanlardan kendisini ayrı tutması, üstün görmesi ve onlar üzerinde hak iddia etmesi de kentin modernliğinin dayattığı insanmerkezci zihniyet ile iyice perçinlenip daha da güçleniyor. Egemen kültürde karakterize olan insanmerkezci bakış açısının, tüm toplumun diğer canlıları kendi hizmetinde olan yaratıklar olarak görmesi ya da onları görmezden gelmesi için sağladığı olanaklar arttıkça, katliamlara meşru zeminler hazırlanmaya devam ediyor. Örneğin, endüstrileşme yolunda tam gaz ilerleyen Trakya'da, deri endüstrisinin Ergene Nehri'ni bugün kimyasal bir çamur deryasına döndürmesi ve bunun sonuçları ya da yaşadığımız semtteki "modern" bir mezbahanın biçerdöver gibi hayvan öğütmesi, nedense kentlilerin çok büyük bir çoğunluğunu ilgilendirmiyor.

Sermayenin ve devletin gözü dönmüş saldırıları karşısında, muhaliflerin diğer canlıları görmezden gelmesi de içine gömüldüğümüz kapitalist illüzyonun bir sonucudur. Yan yana durduğumuz, dayanışma içerisinde olduğumuz muhalif kesimlerin bile, tekno-endüstriyel kapitalist sistemin kirli tüketim basamaklarının en altında pervasızca sömürülen hayvanların yaşadıklarını, sanki metazori bir şekilde, beylik cümlelerle geçiştirmesinin nedenleri üzerine düşünülmesi gerektiği kanısındayız. "Kentlilik" kavramını yücelterek, aynı kentin içinde yaşayan diğer yaban ve kent hayvanlarına uygulanan sistematik zulme dair kılını kıpırdatmamak, bir anlamda kentlinin sadece kendi konumunu güçlendirmesine ve doğumu ile kendisini kent sokaklarının kaotik ortamında bulan ya da yaşam alanları bizzat devlet ve insanlık tarafından daraltıldığı için zorunlu göce tabi tutulan hayvanlara reva görülen her türlü zulümde, soykırımda kentlilerin de pay almasına yol açıyor.

Bizler, her ne kadar benzer ve ortak dertlere sahip olduğumuz "kent hareketleriyle" ortak düşmanımız olan kapitalizme karşı yan yana dursak da, "kent hakkı" fikrinin doğanın, kentin çevresine indirgediği bir algıyı reddediyoruz. Özünde sömürgeci ve yayılmacı olan bu yapay mekanizmanın kendisini sorun olarak görüyoruz.

Kapitalizmin saldırıları sadece insana değil, doğaya, tüm diğer canlılara da yöneliktir. İstanbul'da ve çevresinde gerçekleştirilecek olan yukarıda bahsi geçen projelere karşı insanmerkezci ve reformcu bir karşı çıkışın, ormanların ve yaban hayatın kapitalist cellatlarının dayattığı ideoloji çerçevesinde bu talan ve ekosoykırımın temellerini anlamamak veya görmezden gelmek anlamına geldiğini de vurgulamamız gerek.

Kentin kendi varoluş nedenleri, doğa karşısındaki sömürgeci ve yayılmacı özü sorgulanmalıdır. Bugün, "kentlilik" kavramını doğa savunmacı çerçevede yüceltmek, doğayı kentin oyun bahçesi olarak görmekten öteye gitmiyor.

Nihayetinde, kapitalizmin yarattığı çevresel talan ve yıkımı, insanların ve diğer canlıların yaşadığı tahakküm, sürgün ve zulmü, kökünden söküp atabilmek için kentliliği yüceltmek değil, kent kavramının insanmerkezci kültürle olan bağlarını sorgulamak, doğayı ve tüm canlıları merkeze alan bir perspektifle mücadele etmek gerekiyor.

22 Aralık'ta gerçekleştirilen bu mitinge ve daha önceden de benzerlerinde hakim bir görüş olarak karşımıza çıkan insanmerkezci tüm söylem ve eylemleri acilen terk etme gerekliliğini en basitinden doğaya karşı samimiyet açısından önemli bulduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Sadece insanların, "kendi başlarına" bir yaşamın öznesi olamayacakları bilinciyle doğayı, tüm canlıları ve bu canlıların yaşam ortamlarına yapılacak her türlü müdahaleyi reddediyoruz. Herkesi doğayı bir kaynak olarak değil, yaşamımıza imkân sağlayan bir yaşam ortamı olarak görmeye, yeryüzünde canlılar/türler arasında eşitlikçi bir zihniyetin ve her koşulda sürdürülebilir, ekolojik, dayanışmacı bir yaşam tarzının inşasına katkıda bulunmaya çağırıyoruz.

Hayvanların köleliği devam ederken, topyekûn özgürlük koşulları oluşmadan hiçbirimiz özgür olamayacağız. Uygar bir kent arzusu ile yanıp tutuştuğumuz sürece, kendimiz dahil tüm canlıları kafeste tutmuş olacağız.

Hayvana, İnsana, Yeryüzüne Özgürlük!
YERYÜZÜNE ÖZGÜRLÜK DERNEĞİ
http://facebook.com/yeryuzuneozgurluk
http://twitter.com/yeryuzuozgurluk


* Bildiri metnini pdf olarak okumak/indirmek için tıklayın!