31 Mart 2011 Perşembe

Sivil İtaatsizlik Eylemcileri: "Çözüm Gelene Kadar" Meydanlardayız!

BDP ve DTK'nin "sivil itaatsizlik" kararıyla Diyarbakır'da başlattığı eylemler İstanbul ve İzmir, Bursa, Antalya ve Adana'da da yapıldı; eylemlere siyasiler, aydınlar ve sanatçılar destek veriyor.

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve Demokratik Toplum Kongresi'nin (DTK) "sivil itaatsizlik" kararı çerçevesinde ilk olarak Diyarbakır'da başlattığı eylemler, dün Türkiye'nin dört bir yanında devam etti.

Ne istiyorlar?

İstanbul Gezi Parkı'nda dün "sivil itaatsizlik" kararı kapsamında yapılan oturma eyleminde yüzlerce kişi bir yandan türküler eşliğinde halay çekti.Eylemde ağaçlara dört maddelik talep afişleri asılıydı.

"Siyasi tutukluların serbest bırakılmalı, seçim barajının kaldırılmalı, anadilinde eğitimin anayasal güvence altına alınmalı ve askeri-siyasi operasyonlara son verilmeli."

Sakık: Hani Cumhuriyeti birlikte kurmuştuk?

FıratNews'e göre, Muş Milletvekili Sırrı Sakık, kürsüden yaptığı konuşmada, " Hani cumhuriyeti birlikte kurmuştuk" diyerek çözüm gelene kadar meydanlarda olacaklarını söyledi.

"Kürt halkının diline, kültürüne, kimliğine gem vuruluyor. KCK operasyonu adı altında bu ülkeye barışı ve demokrasiyi getirecek kadrolar içeri alınıyor. Çözüm gelene kadar meydanlarda olacağız"

Destekçiler

Eyleme destek verenler arasında, BDP'li milletvekilleri Sırrı Sakık, Ufuk Uras, yazarlar Nuray Mert, Necmiye Alpay, Sırrı Süreyya Önder, öğretim üyeleri Ayşen Candaş, Eren Keskin, Tahsin Yeşildere, Türk Tabipleri Birliği (TTB) önceki Başkanı Gençay Gürsoy vardı.

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) de Lİbya'ya müdaheleyi İstiklal caddesinde protesto ettikten sonra sivil itaatsizlik buluşmasına katıldı. Eylem bugün de devam ediyor.

Mardin'in Kızıltepe İlçesi'nde kurulan "Demokratik Çözüm Çadırı" polisler tarafından dün gece yapılan baskınla kaldırılırken, 25 kişi gözaltına alındı.

Bursa, Şırnak, Adana, Antalya da çadır kurulan iller arasındaydı. Eylemlerde zaman zaman polis müdahalesi nedeniyle gerginlik yaşandı. İzmir'de dün başlayan "sivil itaatsizlik" eylemi bugün de devam ediyor.(NV/EÖ)

İstanbul'daki "sivil itaatsizlik" eylemin fotoğraf galerisi için tıklayınız.

Kaynak: bianet

30 Mart 2011 Çarşamba

Cinsel istismar! Yine!

Kayseri'de, 552 gün sonra öldürüldükleri ortaya çıkan kayıp 3 çocuk Türkiye'de çocuklara cinsel istismar ve şiddet konusunu yeniden gündeme taşıdı. Geçmiş yıllarda da Türkiye'de benzer olaylar yaşanmıştı. Siirt, Tunceli, Mardin ve İzmir'de ortaya çıkan beş ayrı olay hala unutulmadı.

Yılda ortalama 7 bin çocuk cinsel istismara uğruyor

Türkiye'de her dört saatte bir tecavüz veya tecavüze yeltenme suçu işleniyor. Mağdurların yarısı 18 yaşından küçük, yani henüz çocuk yaştalar. Tecavüzlerin 30 bini gizli kalıyor. Özellikle sokaklarda yaşayan yaklaşık 25 bin çocuk cinsel şiddetle karşı karşıya kalıyor. Yılda ortalama 7 bin çocuk cinsel istismara uğruyor. Taciz olaylarının ancak yüzde 5'i adli mercilere intikal ediyor.

Siirt'te geçen yıl nisan ayında ortaya çıkan bir skandal çocuk istismarının boyutunu gözler önüne sermişti. 7 ilköğretim okulu öğrencisi kızın, yaşları 14 ile 70 arasında değişen onlarca erkeğin taciz ve tecavüzüne uğraması hala hafızalarda. Bu olaydan yalnızca iki gün sonra yine Siirt Pervari'den gelen tecavüz ve cinayet haberi de unutulmadı. Yatılı bölge ilköğretim okulunda okuyan 13-14 yaşındaki 8 öğrencinin, iki ve üç yaşındaki iki bebeğe tecavüz etmesi ardından da bebeklerden birini havuzda boğarak öldürmesi çocukların da birbirini istismar edebildiğini göstermişti.

Geçtiğimiz yıl Tunceli Ovacık'ta, zihinsel engelli 14 yaşındaki kıza tecavüz etmeye çalışan AKPli eski il başkanı da cinsel istismardan tutuklu. 2006 yılında İzmir'de annesi ve aynı evde kaldığı üç kişinin işkencesine maruz kalan, adli tıp muayenesinde tecavüze uğradığı belirlenen 17 aylık bebek de hala unutulmuş değil. 2002 yılında Mardin'de aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu onlarca kişiye pazarlanan 12 yaşındaki N.Ç.'nin davası ise henüz sonuçlandı. Dava 7 yıl sürdü ancak zamanaşımı süresi dolmak üzereyken çıkan karar hüsranla sonuçlandı. Tecavüzcüler için iyi halden ceza indirimi yapıldı, alt sınırdan hapis cezaları verildi.
Kaynak: cnnturk.com

29 Mart 2011 Salı

Eğer Bir İkametin Yoksa "Vatandaş ve Eşit" Değilsin!

MUSTAFA SÜTLAŞ YAZDI

Çadır ve barakalarda yaşayan yurttaşlar ne aile hekimliğinden yararlanabiliyor, ne de acil durumlar dışında bir sağlık hizmeti alabiliyor.

Posta kutuma düşen mesaj "Sosyal Haklar" listesinden gelmişti. "Onlar da Aile Hekimlerini İstiyorlar" başlığını taşıyordu; sanki çok istenir bir şeymiş gibi! Ama onlar için durum farklıydı. Mesajda verilen haberin bağlantısını tıkladığım zaman anladım bunu.

Haberin yer aldığı "cingeneyiz.org" sayfasındaki haberin[1] girişi şöyleydi:

"İstanbul Ataşehir'de çadır ve barakalarda yaşayan vatandaşlar ikametgah alamadıkları için aile hekimliği uygulamasından yararlanamıyorlar. Acil rahatsızlıklar dışında devlet hastanelerinde de tedavi göremeyen yurttaşlar yetkililerden destek bekliyorlar."

Haberde bu bölgede kurdukları çadır ve barakalarda zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren Abdal ve Roman kökenli yurttaşların "sabit ikâmetgahları" olmadığı için Aralık 2010'da İstanbul'da uygulamaya giren aile hekimliği sisteminden bu gerekçeyle yararlanamadıkları yazıyordu.

Aslında onlar "ikâmetgah"a dayalı hemen hiç bir hizmet ve haktan yararlanamıyorlardı, benzer durumdaki başka pek çok insan gibi!

Ama haberde benim için çok daha önemli olan küçük bir ayrıntı vardı; bu durum yeni ortaya çıkmıştı:

"Yurttaşlar daha önce kullandıkları Küçükbakkalköy Sağlık Ocağı'na tedavi ve teşhiş amacıyla gittiklerinde sağlık ocağının aile hekimliği kapsamında Küçükbakkalköy Aile Hekimliği'ne dönüştürüldüğünü öğrendiler. İkametgahları olmadığı için aile hekimliği hizmetinden yararlanamayan yurttaşlar diğer devlet hastanelerine acil olmayan hastalıklar için başvurduklarında ise en yakınlarındaki aile hekimliği merkezine başvurmaları önerisi ile karşılaştılar.

Bu durum yurttaşların fiilen sağlık hizmetinden yoksun kalması anlamına geliyor. Zira çadır ve barakalarda yaşayan yurttaşların uzun zamandır devam eden ikametgah sorunu çözülmeden aile hekimliğinden faydalanmaları mümkün gözükmüyor."

Doğrudan söylersem, daha önce de sabit ikâmetgâhları olmadığı halde bölgedeki "Küçükbakkalköy Sağlık Ocağı"ndan yararlanırken aile hekimliğine geçildikten sonra bu haklarını yitirmişlerdi.

Başka bir deyişle ülkenin tümünde olduğu gibi "sosyalizasyon" bitmiş, "sağlık hizmetinden yararlanma hakkı" da sona ermişti.

Mevzuat böyle!

Biliyordum aslında ama yanılmayayım diye yeniden baktım aile hekimliği ile ilgili mevzuata.

Uygulamaya konulan yasada böyle bir durum öngörülmemişti. Çünkü herkesin "sabit ikâmetgâhı" olacağı varsayımından hareket edilmişti. Özeti şu: "sabit ikâmetgâhı" olmayan sağlık hizmeti açısından "yurttaş" sayılmıyor. Aslında bunun tam karşılığı bu gruba karşı "ayrımcılık" yapıldığı gerçeği.

Aslında yalnız sağlık açısından bakmamak gerekli bu "yakıcı gerçeğe".

Kapitalizm bir eşitsizlikler sistemidir ve bu sisteme dahil olmayanlar da gerçekte "var" olsalar da "yok" sayılırlar. İkâmetgâhı, adına düzenlenmiş nüfus kağıdı, banka cüzdanı, elektrik, su, telefon faturası olmayanlar "yok" hükmündedirler bu sistemde.

ABD kapitalist sistemin kalbidir; bu ülke mevcut verilere göre "evsiz" nüfusun en yoğun olduğu ülkeler arasında ön sıralardadır. Mevcut verilere göre bir milyona yakın insan "sokaklarda yaşamakta"dır.[2]

Ülkemiz "Küçük Amerika" olduğu için bu sayı o kadar yüksek değildir. Ama burada net verilere sahip olunmadığını da ifade etmek gerekir.

Sabit ikâmetgâhı olmayanların arasında doğu ve güneydoğudan göçler, başka ülkelerden gelen göçmenler de vardır. Bunların hemen hiç birisinin sabit bir ikâmetgâhları olamayacağı açıktır. Onlar durumları değişmedikçe "mevcut aile hekimliği modelinden" asla yararlanamayacaklar.

Romanlar geçmişte de bütün çabalarına karşılık ikâmetgâh alamamışlar. Dolayısıyla onların da bu model çerçevesinde sağlık hizmetinden yararlanmaları olanaklı değildir.

Zaten çok zor şartlar altında yaşama tutunmaya çalışan bu yurttaşların sadece bir "model değişikliği" nedeniyle sağlık hizmetlerinden yoksun kalmalarının kabul edilemeyeceği açıktır.

İtiraf!

Şubat ayı sonlarında İstanbul'daki "aile hekimliği" uygulamasına dair kamuoyuna bilgi vermek üzere yapılan bir toplantıda[3] İstanbul Sağlık Müdürü Prof. Dr. Ali İhsan Dokucu, söz konusu "aile hekimliği'" uygulamasıyla ilgili olarak "'Tüm yapı dikkate alındığında yüzde 99'larda hizmetin rahatlıkla verildiği, çok az bazı noktalarda zorlandığımız bir sistem söz konusu" demiş.

Modelin İstanbul'da uygulanması 1 Kasım 2010'da başlandı. Henüz 3-4 ay oldu. Böyle "kökten" bir değişiklikle ilgili çeşitli sorunların yaşanması doğal. Ama Romanların yaşadığı söz konusu sorun uygulama sürecindeki sorunlara bağlı değil. Uygulamanın dayandığı "temel" böyle öngörüldüğü için yaşanıyor.

Modelin uygulanması sürecinde başka sorunlar yaşanacağı da açık. Müdür Dokucu "biz 8 ay içinde 4 bin kişiyi eğitmek suretiyle sertifikalandırdık" demiş. Toplantı sırasında "3 bin 395" aile hekiminin hizmet sunduğunu belirtmiş. 15 Şubat'ta yani "üç ay" sonra yapılan ikinci bir değerlendirme toplantısında[4] ise "200 hekim"in sistemden ayrıldığı belirtilmiş. Başka bir deyişle 14 Mart Tıp Haftası'nda Beyoğlu'nda yürüyerek haklarını arayan hekimlerin belirttikleri gibi hizmeti uygulayanlar da bu durumdan "hoşnut" değiller.

Aslında hizmeti sunan cephesinde de sorun olması doğal. Eldeki verilere göre İstanbul'da bir aile hekimine yaklaşık 3 bin 600 kişi düşüyor. Aile hekimleri ayda "otuz gün" çalışmak zorundalar. Buna göre günde "120 kişi"ye bakmak zorunda. Hastalansalar da hastalanmasalar da her gün kendine kayıtlı 120 kişinin sağlıkla ilgili taleplerine yanıt vermek zorunda aile hekimleri.

Bunun son verilere göre bir kişinin yılda sağlık kurumuna başvuru sayısı 6-8 arasında değişiyor. Sistemin iyi çalıştığını hesaplasak ve hepsinin önce aile hekimine başvurduğunu düşünsek ortalama olarak bir aile hekimi her gün "tanı tedavi amacıyla" başvuran 60 kişiyi muayene etmek, tetkik istemek ve reçete yazmak zorunda olacak.

Başka bir deyişle "hastanelerdeki görüntü" aile hekimlerinin olduğu yerde de rastlanacak. Böyle bir durumda yaşamın her alanında "öteki kılınan" Romanların etkin ve nitelikli sağlık hizmeti alması mümkün olabilir mi?

Ve AB ilerleme raporu

Sağlık alanındaki sorunun varlığının bir başka itirafı da AB'ye bu yıl sunulan ilerleme raporunda da yer alıyor. Rapordaki "Tüketicinin ve Sağlığın Korunması" başlıklı bölümde "aile hekimliğine ilişkin olarak aynen şöyle deniliyor:

"Halihazırda aile hekimliği uzmanlarının sınırlı sayıda olması ve iyi tasarlanmış bir raporlama sisteminin bulunmamasından ötürü kısıtlanmış durumda olan aile hekimliği sisteminin başlatılması, sağlık ihtiyaçlarını daha iyi karşılamayı ve nüfusun sağlık durumunu izlemeyi amaçlamaktadır."

Bunun anlamı ortada henüz bir somut ve doğru sonucun olmadığı yolunda.

Mevcut durum ve duruma dair yaşananlar ve değerlendirmeler böyle. Bir hakkın gereği olan hizmetlere eğer o hakka sahip olan herkes, her durumda ulaşamıyorsa, orada bu hakkın gerçek anlamda varlığından söz edilemeyeceği açıktır.

Abdallar ve Romanlar, ekonomik ve sosyal nedenlerle göç edenlerle, göçmenler, dezavantajlı gruplar olarak sağlık hizmetinden yararlanamıyor. Mevzuat da zaten bu kesimlere hizmeti olanaksız kılıyor. Mevcut sistemde hizmeti sunanlar da bundan hoşnut değil.

Bu durumda yanıtlanması gereken soru şu: Sağlık gerçekten herkesin hakkı mı? (MS/EÖ)

[1] http://cingeneyiz.org (18.02.2011)
[2] Evsizlik, insani gereksinimlerin karşılandığı, sürekli bir konuta sahip olunamaması durumu olarak tanımlanmaktadır. Evsizlik durumu yoksulluk ile yoğun bir ilişki içindedir. 2005'te yapılan araştırmaya göre ABD nüfusunun %13,3'ü, yani 38,231.521 insan yoksulluk içinde yaşamaktadır. 1980'lerin başlarında 250 bin civarında olan evsizlerin sayısının, 2005 yılı itibariyle 723,968'e yükseldiği yapılan araştırmalarda görülmektedir. Nüfusa oranla evsiz insanların en yoğun bulunduğu eyaletler sırasıyla California (195,637), Texas (39,578), New York'tur (59,456).

Kaynak: http://www.ekurtoglu.com/amerikadaevsizlik.html
[3]http://www.saglikaktuel.com/haber/istanbulda-aile-hekimligi-uygulamasinin-ilk-3-ayi-15754.htm
[4]http://www.sagliginsesi.com/news_detail.php?id=3122

Kaynak: bianet

28 Mart 2011 Pazartesi

RTÜK Eşcinsellere Yönelik Ayrımcılığı Körüklemeye Son Vermeli

Radyo Televizyon Üst Kurulu, Mart ayı başında aldığı kararla Digitürk'te yayınlanan "Sex and The City 2" filmindeki eşcinsel evlilik görüntülerinin "Türk aile yapısına aykırı olduğu" ve “aile kurumuna zarar verdiği” gerekçesiyle kanaldan idari para cezası uygulama öncesi savunma istedi ve eşcinsellere yönelik ayrımcı kararlarına bir yenisini ekledi.

Geçmişte de benzer kararlarla çeşitli kanallara cezalar veren RTÜK, cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayan, hatta nefret cinayetleri sonucu öldürülen eşcinsel ve trans yurttaşların haklarını açıkça çiğnemekte, homofobik ve transfobik nefreti körüklemektedir.

Eşcinselleri, onların kurduğu mutlu birliktelikleri ve eşcinsel bireylerin ailelerini görmezden gelen kurul, eşcinselliğin "normal olmadığı ve aileye zarar verdiği" ifadeleriyle nefret söylemini güçlendirirken, lezbiyen, gey, biseksüel, trans (LGBT) bireylere yönelik ayrımcılığa suç ortağı olmaktadır.

Bizler, "Eşcinsellik hastalıktır" açıklaması yapan bakanların, Ayrımcılık Yasası'nda cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadelerini kaldıran, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin LGBT'lere yönelik hak ihlallerine karşı önlem alınmasını öngören bildiriyi imzalamayan hükümetin ve her gün artan nefret cinayetlerini görmezden gelen yetkililerin, ayrımcılığı göz ardı ederek ve destekleyerek insanlığa karşı büyük bir suç işlediğini düşünüyoruz.

Cezanın “Çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz etki oluşturacağı” nitelemesi üzerinden verilmesinin eşcinsel erkek ve kadın bireyleri doğuştan hastalıklı ilan eden bir bakış açısını yansıttığı düşüncesinden hareketle, kararı destekleyen RTÜK üyelerine, eşcinselliği 20 yılı aşkın süredir, üç doğal yönelimden bir olarak kabul eden Dünya Sağlık Örgütü'ünün ve Türkiye dahil tüm evrensel psikiyatri kurumlarının kararlarına bakmalarını tavsiye ediyoruz.

RTÜK Başkanı Davut Dursun'un ise cezanın, “Milli ve manevi değerler ile Türk aile yapısına aykırılıktan” verilmesi düşüncesinin de eşcinselleri doğuştan bulunduğu topluma aykırı gören, ötekileştirici zihniyetin bir ürünü olduğu düşünüyoruz. Karara karşı oy kullanan ancak, Davut Dursun'un görüşlerini destekler nitelikte, eşcinsel evliliklerin ve ailelerin “aile yapısına aykırı” olduğunu beyan eden RTÜK üyelerinin, tıpkı diğer tüm yurttaşlar gibi içinde bulundukları toplumun bir parçası olan eşcinsellerden en kısa zamanda özür dileyerek, kararı geri çekmelerini talep ediyoruz.

Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği

İlgili RTÜK kararı: http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/IcerikGoster.aspx?icerik_id=62243dd9-7625-4356-9eea-e74ea5738e48

Güvenilir Nükleer Masalı Bitiyor mu?

Japonya belki de dünya tarihinin en dramatik felaketlerinden birini yaşıyor. Önce yüzyılda bir gerçekleşecek büyüklükte bir deprem, ardından tsunami en sonunda da nükleer facia ile karşı karşıya. En son facia içlerinde en telafi edilemez olanı. Ne kadar bir alanı, ne kadar süre etkileyeceğini kestirmek zor. Radyoaktivitenin canlı yaşamı üzerindeki ölümcül etkileri sadece Japonyayı değil tüm gezegeni tehdit ediyor.

Japonya’nın kuzeyinde 11 Mart günü meydana gelen 8.9’luk deprem ve tsunami felaketinin ardından herkes İstanbul’u vuracak olası depremin sonuçlarını tekrar tartışmaya başlamıştık ki Fukuşima’daki nükleer santralda meydana gelen patlamalar birden gündemi değiştirdi. Depremin yıkıcı etkilerini hafife almak mümkün değil ama kaynağı itibarıyla doğal bir afet. Nükleer gibi kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalarla tüm risklerini bile bile Türkiye’ye getirilmek istenen bir teknoloji değil. Yıllardır nükleer karşıtlarının sayısız eylem, miting ve açıklamalarla Türkiye’de yapımını durdurmaya çalıştığı nükleer santralların hiç de güvenilir olmadığı şimdi de Japonya’da acı bir şekilde gözler önüne seriliyor.



Bu kazanın, nükleer teknolojide en güvenilir ülke olarak gösterilen Japonya’da meydana gelmesi “güvenli nükleer santral masalı”nın da sonu olacak gibi görünüyor. Biraz nükleer lobilerin de desteği ile güvenilir ülke imajını güçlendirmeye çalışan Japonya’nın kaza geçmişi o kadar da temiz değil aslında. Tokaimura’da 30 Eylül 1999’da yakıt üretim tesisinde iki çalışan çok fazla sıvı uranyum çözeltisini güvenlik kurallarını ihlal edecek biçimde karıştırdı. Zincirleme reaksiyon başladı ve radyoaktif madde yayıldı. Üç çalışanın ikisi birkaç ay sonra radyasyon hastalığından öldü, 400’den fazla insan çeşitli seviyelerde radyasyona maruz kaldı. Bir yıl sonra pahalı bakım masraflarından kaçınmak için çok önemli güvenlik raporlarıyla oynandığı anlaşıldı. 2004’de Mihama reaktöründe buhar patlaması sonucu 5 işçi öldü. 2006’da bir reaktör depremlere dayanamayacağı gerekçesi ile mahkeme kararıyla kapatıldı.



Nükleerin taşıdığı ölümcül riskleri kanıtlamak için daha kaç kaza yaşanması gerekiyor bilmiyoruz ama Türkiye şu an oldukça kritik bir noktada. Ermenistan sınırındaki nükleer santralın yarattığı risk, Çernobil faciasının Karadeniz’e etkisi herkesin malumu. 1999’da İkitelli’de hurdacılık yapan Ilgaz ailesinin satın aldığı konteynırda Kobalt 60 maddesinin bulunması ile aile ciddi sağlık sorunları yaşamış hatta bu kaza henüz nükleer santralı bulunmayan Türkiye’yi en önemli radyoaktif kazalar listesine bile soktu. Ama hükümetin hâlâ Sinop’ta Japonya, Mersin Akkuyu’da Rusya ile imzaladığı nükleer santral anlaşmalarından vazgeçme ihtimali var. Hükümet kanadı “nükleerden vazgeçmeyiz” açıklamalarını sürdürse de çevreciler nükleer karşıtlarının yükselen tepkilerinin görmezden gelinmeyeceği ve son kazanın iyi bir ders olacağı umudunu taşıyorlar.



Riskler belli



Nükleer enerji “pahalı, kirli, eski, ölümcül riskler taşıyan bir teknoloji” olarak sürekli eleştiriliyor. Santrallardan çıkan tehlikeli atıkları yok etmek mümkün değil, hiçbir ülke bunun için bir teknoloji geliştiremedi. Çoğunlukla başvurulan yöntem radyoaktif atıkların gömülmesi. Ama gömülse de atıklar 100 binlerce yıl tehdit oluşturmaya devam ediyor. Çocuklar ve doğmamış bebekler hızlı hücre bölünmesi yaşadıkları için daha fazla risk altında. Kanser ve kanser türleri özellikle lösemi, lenfoma gibi kan kanseri türleri, akciğer kanseri ve birçok büyük tümörler radyoaktivite ile doğrudan ilintili. Down sendromu da dahil olmak üzere doğum anomalileri, yarık damak ya da dudak, doğuştan şekil bozuklukları, omurga sorunları, böbrek ve karaciğer sorunları da doğrudan radyasyonla bağlantılı olabiliyor.



Karne kırıklarla dolu



Türkiye’nin nükleer santral kurmak üzere anlaşma yaptığı ülkelerin karnesi de kırıklarla dolu. Rusya’nın kullandığı malzemedeki sıkıntılar nedeniyle yaptığı santrallar batı standartlarında değil. Rusya’nın Akkuyu’da planlanan santral tipinin bir küçük modeline İran’da yapmaya çalıştığı ama deneme aşamasında devre dışı kaldığı biliniyor. Zaten Akkuyu’daki santralın yapılacağı bölgenin 500 yıllık bir enerji birikimine sahip olan Ecemiş Fay Hattı’nın çok yakınında bulunması da tehlikeyi ikiye katlıyor.



Japonya da Sinop’ta kurmayı planladığı santral tipine ABD’den lisans alamadı. Hantal bir teknoloji olan nükleer endüstri artık ciddi bir kriz yaşıyor. Çin, Almanya, İsviçre, Venezüella yeni nükleer santral yapımını durdurdu. Nükleer lobiler de ellerinde kalan teknolojiyi satmak için Türkiye gibi ülkeleri kendine hedef seçti.



Nükleer endüstrinin kazalarla dolu tarihine bakacak olursak şöyle bir tablo çıkıyor ortaya:



- Sellafield İngiltere: 10 Ekim 1957’de İngiliz nükleer programına plütonyum üreten Windscale Reaktör1’de yangın çıktı. Radyoaktif maddeler havaya karıştı. Radyoaktif bulutlar İsviçre’ye kadar ulaştı. Yerel olarak radyoaktivite ile kirlenmiş binlerce litre süt imha edildi. Kazanın detayları, hâlâ İngiliz devleti gizlilik kanunları çerçevesinde saklanıyor.



- Kyshtym Rusya: 29 Eylül 1957’de bir soğutma aksaması nedeniyle sıvı atık tankında yangın meydana geldi. Patlama sonucu 2.5 metre kalınlığındaki beton parçalanarak yeraltındaki tank havaya uçtu. 70-80 ton yüksek radyoaktif içerikli madde açığa çıktı. Binlerce kilometrekarelik alan yüksek dozda kirlendi. Kaza 1970’lerin ortalarına kadar gizlendi. 30 kadar yerleşim biriminin adı haritadan silindi.



- Harrisburg Pensilvanya ABD: 28 Mart 1979’da insan hataları ve teknik hataların birleştiği kazada çekirdekte meydana gelen kısmi erime Three Mile Adası Santrali 2 numaralı reaktörde meydana geldi. Radyoaktif gazlar açığa çıktı ve yaklaşık 3500 çocuk ve hamile kadın tahliye edildi.



- Çernobil Ukrayna: 26 Nisan 1986’da Çernobil nükleer santralında 4 numaralı reaktörde güvenlik testi sırasında operatörler çekirdek erimesine neden oldu. Patlama çok büyüktü, 1000 tonluk çatıyı uçurarak Avrupa’yı radyoaktif bulutlara maruz bıraktı. Ukrayna ve Belarus’ta çok geniş araziler radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Radyoaktivitenin uzun vadeli etkileri özellikle çocuklarda yeni görülmeye başladı.



- ABD Ohio: 2002 yılında David Besse reaktöründe facianın eşiğinden dönüldü. Tüm çekirdek erimesini kontrol eden basınç ünitesini çökertebilecek bir metal aşınması fark edildi. Olaydan sonra reaktör 2 yıl kapalı kaldı. 2017’ye kadar çalışabileceğine dair sertifika verildi.



- Fransa: Aralık 2003’de Cruas 3 reaktöründe sel nedeniyle oluşan zararlardan dolayı Fransız Nükleer Güvenlik ajansı acil durumlar için kuruldu. Temmuz 2008’de Tricastin’de yaşanan kazada 100 görevli radyasyona maruz kaldı. 30 bin litre uranyum içeren sıvının nehre karışması üzerine yerel halka nehir suyunu kullanmama uyarısında bulunuldu. Sadece Fransa’daki nükleer santrallarda her yıl ortalama 900 olay meydana geliyor.



20.yüzyılın teknolojisi nükleer, 21. yüzyılın en büyük felaketleri arasında anılacak Japonya'daki kazanın baş aktörü. Birçok ülkenin vazgeçmeye başladığı tehlikeli, hantal ve eski bir teknoloji olan nükleer endüstri bugünlerde Türkiye'de kendine hayat bulmaya çalışıyor. Sinop'ta ve Akkuyu'da yapılması planlanan nükleer santrallar, ülkenin geleceğini tehdit ediyor.




Özlem Güvemli
Kaynak: Cumhuriyet

27 Mart 2011 Pazar

Almanya'da 250 bin Kişi Nükleer Santrallara Karşı Eylemde

Almanya'da iki yüz binden fazla kişi nükleer santralların kapatılması için sokağa çıktı. Eyalet seçimleri arifesinde Angela Merkel'in enerji politikalarının seçim sonucunu etkilemesi bekleniyor.

Eylemin çağrıcılarından Ausgestrahlt derneğinin açıklamasına gore 4 büyük şehirde gerçekleşen eyleme 250.000 kişi katıldı ve ülkedeki 17 nükleer santralın hemen kapatılmasını istedi. Gerçekleşen en büyük eylem Berlin'de oldu. Ausgestrahlt göre 120.000 kişinin katıldığı eylemde "Fukuşima uyarıyor: Bütün nükleer tesisleri kapatın" pankartıyla yüründü. Eylemin gerçekleştiği öteki kentler, Münih'te 40.000, Hamburg'da 50.000 ve Köln'de 40.000 kişinin sokağa çıktığı eylemlerde aynı sloganla gerçekleşti.



Berlin'deki gösteride kalabalığa seslenen Alman Sendikalar Birliği (DBG) başkanı Michael Sommer nükleer enerjiden düzenli bir biçimde vazgeçilmesi gerektiğini belirtti ve nükleer endüstrisine ve atom enerjisi savunucularına seslendi: "Yalanlarınız, güvenceleriniz, tehlikeleri görmezden gelmeniz yetti."



Cumartesi gününün Almanya'da şimdiye kadar gerçekleşen en büyük nükleer karşıtı eylemlerden olduğu belirtilirken kamuoyu yoklamalarına göre Japonya'daki felaket sonrasında çoğunluğun nükleere karşı tutum aldığı biliniyor.



Almanya Şansölyesi, Fukuşima'da yaşanan felaketin sonrasında eski reaktörlerin geçici olarak kapatılacağını açıklamış ve tüm nükleer alanında 3 aylık bir denetim başlatmıştı. Ancak kamuoyu yoklamalarına göre ortalama 12 yılını doldurmuş 17 nükleer reaktörün çalışma süresinin uzatılması kararından 5 ay sonra gelen bu açıklama politik bir manevra olarak algılandı. Angela Merkel'in eyalet seçimleri öncesi nükleer enerji karşıtı tepkiyi çekmemek için bir seçim taktiği yaptığı düşünülüyor.



Güney batının zengin eyaleti Baden-Wurtember'in 1953'ten beri kesintisiz olarak Merkel'in partisi CDU'nun elinde olmasına rağmen gösterilerle yıpranmış olduğu düşünülüyor. Anketlere göre SPD ve Yeşiller, CDU ve liberal FDP koalisyonu 4 ila 5 puan önünde gidiyor.



Kaynak: Marksist.org

26 Mart 2011 Cumartesi

Tecavüz Sanıklarının Avukatı Gürkan: Kadınlara Hoşgörü Gösteriyorum

Kadınlar, Fethiye'deki toplu tecavüz davasında sanıkların avukatlığını üstlenen Muğla Barosu Başkanı Gürkan ve Genel Sekreter Bişen'in baro yönetimindeki görevlerinden istifa etmesi için imza kampanyası başlattı. Gürkan ise "masumiyet karinesi"ne değiniyor, "Davayı almadan önce karıma danıştım" diyor.



Kadınlar, Fethiye'deki toplu tecavüz davasında sanıkların avukatlarını üstlenen Muğla Barosu Başkanı Mustafa İlker Gürkan ile Baro Genel Sekreteri Leyla Bişen'i "ya baro yönetimindeki görevlerinden istifa etmeye" ya da "tecavüz sanıklarını savunmaktan vazgeçmeye" çağırdı.

Başlattıkları imza kampanyası ile Türkiye Barolar Birliği'ne (TBB) hitap eden kadınlar, Baro Başkanı ve Baro Genel Sekreteri sıfatını taşıyan kişilerin tecavüz sanıklarını savunmasının "tecavüzü meşrulaştırdığı gibi normalize de ettiğini" vurguladılar.

Muğla Kadın Dayanışma Grubu ve Datça Kadın Platformu'ndan kadınlar da Muğla Barosu'na gönderdikleri fakslarla Gürkan ve Bişen'i istifaya davet ettiler.

İki kadın örgütü hazırladıkları istifa çağrısında, "Her yurttaşın savunulmaya hakkı vardır ama tecavüzü savunanlar tecavüzü onaylamışlardır" dediler.

Gürkan: Kadın hareketine hoşgörü gösteriyorum

Gürkan ise, "Bütün hakların öncülü hak arama özgürlüğüdür. Bu kampanyaları yürütenler, hak arama özgürlüğünü sınırlayacak davranışlarda bulunuyorlar" diyor.
"Avukatlar mesleklerine başlarken hukuka ve ahlaka bağlı kalacaklarına dair yemin ederler. Ben de yeminime bağlı kalıyor, müvekkilimin yaptığı fiili ya da şahsını değil, haklarını savunuyorum."

Evrensel hukuk ilkelerinde "cinsel taciz ve tecavüz davalarında kadının beyanı esastır" ilkesinin yeri olmadığını savunan Gürkan, davayı kabul etmeden önce karısı Bedriye Gürkan'ın onayını aldığını anlatıyor:

"Eşim Muğla'da kadın hareketinin etkili isimlerinden. Cumhuriyet Kadınları Derneği Bodrum Şubesi'ni kuruyor. Ona sordum, 'Kadın hakları bakımından bir sakıncası yok' dedi."

Gürkan'a göre, kendisine yapılanlar haksızlık ama bu haksızlığı yapanlar postmodernist, feminist insanlar.

"Bize ayıp ediyorlar ama kadın hareketine hoşgörü gösteriyorum, çünkü başka türlü kadın hareketi ilerleyemez."

Muğla Barosu yönetimi "müdahillik" önerisini reddetti

Muğla'da 2007 Haziranı'nda bir kadına tecavüz ve işkence etmekle suçlanan sekiz sanığın yargılanmalarına dört yıllık hukuk mücadelesi sonunda başlanabilmişti. 16 Mart'ta ilk kez hakim karşısına çıkan sanıklardan ilköğretim müfettişi A.N.O.'nun avukatlığını Muğla Barosu Başkanı Gürkan, "suçun elebaşısı" olmakla suçlanan M.K.'nin avukatlığını ise Muğla Barosu Genel Sekreteri Bişen üstlenmişti.

Davanın 16 Mart'ta görülen ikinci duruşmasına yaklaşık 30 avukat da "müdahil" sıfatıyla katılmıştı. İzmir Barosu'nun davaya müdahil olmak üzere yönetim kararı aldığı açıklanırken Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu Dönem Sözcüsü Hatice Can da komisyon kararıyla davaya müdahillik talebinde bulunmuştu.

Muğla Barosu Aile İçi Şiddeti Önlenmesi Komisyonu'nun, Muğla Barosu adına davaya müdahil olma talebini baro yönetimi reddettiğinden, Barodan kadın avukatlar, müdahil vekili sıfatıyla tecavüz mağduru kadının yanında yer almıştı.

Duruşmada sanıklar davayı "kadın örgütlerinin komplosu" olarak nitelendirmiş, sanık avukatları da tecavüz mağduru kadının üye olduğu dernek ve örgütlerin araştırılmasını istemişti.

Sanık avukatları ayrıca tecavüz mağduru kadının "parçalanmış bir ailenin çocuğu olduğu" ve "psikolojik durumunun iyi olmadığı" gibi gerekçelerle "psikolojisinin ve ailevi durumunun incelenmesini" talep etmişlerdi. (BB/EÖ)


Kaynak:
bianet

25 Mart 2011 Cuma

Çiftçi-Sen: Hata; İnsanların Nükleer Santraller Kurmasıdır

Çiftçi-Sen bütün insanlığı tehdit ve tedirgin eden nükleer santallerle ilgil bir basın açıklaması yayınladı “Deprem ve tusinami doğal felâketlerdir. Ancak nükleer reaktörlerdeki patlamalar felâket değil, insan eliyle yapılan tehlikeli teknolojik yapılarda karşılaşılan krizlerdir.” denilen açıklama şöyle:

Basına ve Kamuoyuna



Japonya’da yaşanan felaketten dolayı üzüntü ve tedirginlik içerisindeyiz.

Türkiye’nin 2010 sonu itibarıyla 48.500 MW kurulu gücü var. Bu kurulu gücün yüzde 65’i termik santralardan, yüzde 32’si hidroelektrik santralardan karşılanıyor. Kalanı güneş, rüzgâr ve jeotermal gibi enerji kaynaklarından sağlanıyor.



Mersinlilerin tersine!



1979’da Amerika’daki Üç Mil Adası, 1986’daki Çernobil ve Çernobil’den bu yana saklanan 800′e yakın irili ufaklı kaza ile son olarak Japonya’da yaşanan Fukuşima Daiichi Nükleer Santralı felaketi, nükleer santrallerin temiz, güvenli ve ucuz olduğu yönündeki bütün söylemleri çürütmüş, gerçek olmadığını ortaya koymuştur. Son kazanın nedeni deprem ve tsunami ama Çernobil’de, Üç Mil Adası’nda, Forsmark’te, Sellafield’de olan kazaların nedeni deprem veya tsunami değil.



Kanada ve Amerika’nın 1979’dan, Almanya’nın 1982’den itibaren santral siparişleri yok. Fransa 1997’den 2010 yılına kadar nükleer enerji yatırımlarını önceden askıya almıştı. Avusturya 1978’de yapımı biten nükleer santralını referandum sonucunda hiç çalıştırmadan kapattı. Filipinler, Brezilya, İsveç, İtalya ve İspanya benzer şekilde kademeli olarak nükleerden vazgeçiyor. Bu ülkelerin yöneticileri, sorumluluk anlayışları ve toplumsal muhalefete duydukları saygıdan ötürü bu kararları alıyorlar.



Peki, bizim yöneticilerimiz ne yapıyor? Yurttaşlar nükleer santral yapımına karşı. Başbakan: “Yapacağız da yapacağız!” diye tutturuyor. Yani herkes gidiyorken Mersin’e Başbakanımız gidiyor Mersin’e gidenlerin tersine!



Astarı yüzünden pahalı



1960’lı yıllarda Dünya Atom Enerjisi Kurumu’nun düzenlediği raporlarda 2000’li yıllarda dünya üzerinde mevcut nükleer santraların sayısının 2000 civarında olması öngörülmekteydi. Bugün 433’ü işletmede 24’ü inşa halinde 467 nükleer santral var. Nükleer santraların finansman, kredi ve garanti işletme maliyetlerinin çok yüksek oluşu öngörülen hedeflere erişememesine neden oldu.



Türkiye’de kurulması öngörülen nükleer santraller, zaten en erken on-on iki yıl sonra devreye girebilecek. 2024 için öngörülen elektrik ihtiyacı 500 milyar kws’dır. Bu ihtiyacın sadece yüzde 8′i, 4800 MW kapasiteli Akkuyu santralından sağlanacaktır. Hükümetin Türkiye’nin enerji sorununu nükleerle çözeceğiz söylemini bu veriler yalanlıyor. Bu bakımdan nükleer santralda ısrar doğru değildir, yanlıştır.



Akkuyu’da kurulacak 4800 MW santral 4 üniteli. İlk yatırım maliyeti 20 milyar dolar. Alım garantisinden dolayı Rusya’ya 15 yılda 51 milyar dolar daha ödeyeceğiz. Görüldüğü üzere rakamlar bize kârlı olmadığını astarı yüzünden pahalı olduğunu ayan beyan göstermektedir.



Nükleer santral bağımlı kılar



Türkiye nükleer santralle ilgili teknik bilgi birikimi ve deneyimi yeterli olmayan, enerji bakımından dışa bağımlı bir ülke. Bu nedenle, Akkuyu’da yaptırılması planlanan santral, yakıtından yapımına ve işletmesine kadar Rus şirketlerine bağımlı olacak. Özelde ise Rusya’ya bağımlılık artacak. Çünkü şu an ürettiğimiz elektriğimizin yüzde 50’sini Rusya’dan satın aldığımız doğal gazdan elde ediyoruz. Üstelik 15 yıllık bir süreç için devlet tarafından alım garantisi ile kurulacak olan santral anahtar teslimi yapılacak. Bu nedenle Türkiye asla nükleer teknolojiyle tanışmış olmayacak.



Tarım alanları ve tarımsal gıda zarar görür

Japonya hükümet sözcüsü Yukio Edano, Fukuşima nükleer enerji santralinin bulunduğu Fukuşima bölgesindeki süt ile yakınındaki İbaraki bölgesinde yetiştirilen ıspanaktaki radyasyon seviyesinin güvenlik sınırlarının üstüne çıktığının belirlendiğini söyledi. Ayrıca ülkede 11 Mart’ta meydana gelen deprem ve tsunaminin ardından ortaya çıkan nükleer krizin ardından, ülkedeki gıda maddelerinin radyasyondan etkilendiğine ilişkin açıklamada bulundu.



Tayvan’ın Japonya’dan ithal ettiği bakla tohumunda radyasyon çıkması ile, Japonya’dan ithal edilen gıda maddelerinden birinde ilk kez radyasyona rastlanmış oldu.



Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu olarak diyoruz ki;



Japonya’daki kaza bir kez daha nükleer santrallerin tehlikelerini bize ispatlamıştır. Nükleer santraller, tarım alanları ve tarımsal gıda için de tehlike barındırmaktadır. Nükleer santral kazaları, teknik, teknolojik hata yanında, insan hatasına bağlı sorunlarla da karşı karşıya olduğundan riskleri ortadan kaldırmak mümkün değil. Nükleer kaza sonucu ortaya çıkan ölümcül radyasyon, gerçekleştiği alanların dışında geniş bölgeleri, ülkeleri aşar, ulaşır zarar verir. Nükleer, ülkelerin ulusal sınırlarına uymaz, bütün sınırları vizesiz aşabilecek “vizeye” sahip. Bu nedenle Mersin ve Sinop’ta yapılacak nükleer santralara karşı olmamız gerekliliğinin yanında, komşularımız Bulgaristan, Ermenistan gibi ülkelerdeki nükleer santraların kapatılması istenmelidir.



Deprem ve tsunami doğal felâketlerdir. Ancak nükleer reaktörlerdeki patlamalar felâket değil, insan eliyle yapılan tehlikeli teknolojik yapılarda karşılaşılan krizlerdir.



Hata; insanların nükleer santraller kurmasıdır.



Hükümetten bu riskleri yeni baştan gözden geçirmelerini ve küçümsememesini talep ediyoruz.



Çiftçi-Sen Genel Başkanı


Abdullah Aysu



Çiftçi-Sen Genel Sekreteri


Ali Bülent Erdem



Kaynak: Karasaban

21 Mart 2011 Pazartesi

Prof. Demirkol: GDO'lu Besinler Vücutta Böcek İlacı Üretebilir

Genetiği değiştirilmiş ürünlerin artan nüfus ihtiyacını karşılamaya yönelik olmadığını söyleyen Kenan Demirkol, “Genetiği değiştirilerek, yetişmesi sırasında üzerine konan zararlı böcekleri öldürdüğü iddia edilen ürün, vücuda alındığında bu kez insan vücudunda böcek ilacı üretir hale gelir.” dedi. Prof. Dr. Kenan Demirkol, “Akıllı Beslenmenin Matematiği ve Genetiği Değiştirilmiş Ürünler” konulu sunumunda, uygulanması gereken çeşitli beslenme önerilerinde bulundu.

Demirkol, özellikle mısır yağı ve Ayçiçeği yağının kullanılmasının sakıncalarından bahseden Demirkol, “Zeytinyağı kullanın; ancak zeytinyağını da çok ısıtmadan, sonradan yemeklerin üzerine dökün.” dedi. Şeker fazlasının vücuttan atılamayıp yağa dönüştüğünü anlatan Demirkol, bu açıdan tuzun şekerden daha az zararlı olduğunu söyledi.

Ülkemizdeki çay tüketme alışkanlığının da kanseri önleme yönünde çok etkili olduğunu dile getiren Kenan Demirkol, çayın çok etkili bir antioksidan olduğunu da ifade etti.

Genetiği değiştirilmiş ürünlerin artan nüfus ihtiyacını karşılamaya yönelik olmadığını söyleyen Kenan Demirkol, “Genetiği değiştirilerek, yetişmesi sırasında üzerine konan zararlı böcekleri öldürdüğü iddia edilen ürün, vücuda alındığında bu kez insan vücudunda böcek ilacı üretir hale gelir.” dedi.

Kaynak: Karasaban

20 Mart 2011 Pazar

Derelerin Kardeşliği 9 Nisan'da Ankara'da Buluşuyor

Derelerin Kardeşliği Platformu diğer çevreci örgütlerle birlikte HES'lere ve nükleer santrallere karşı 9 Nisan'da Ankara'da miting düzenleyeceklerini duyurdu.

Hidroelektrik santrallere karşı mücadele yürüten Derelerin Kardeşliği Platformu (DEKAP), 9 Nisan tarihinde diğer çevreci kuruluşların da desteği ile Ankara'da miting düzenleyecek. DEKAP Dönem Sözcüsü Ömer Şan, mitinge Türkiye'de nükleer santrallere karşı mücadele veren platformların da destek vereceğini söyledi.



"Hayatlarımız sermaye sahiplerinin insafına terk ediliyor"


Rize Gazeteciler ve Muhabirler Derneği'nde konuyla ilgili açıklama yapan Şan, doğanın ve yaşamın yağmalanmasına karşı 9 Nisan tarihinde Ankara'da olacaklarını söyledi. Yerli ve uluslararası şirketlerin ülkenin dört bir yanında büyük bir yağma hareketi yürüttüğünü ileri süren Ömer Şan, "Paranın gücüne iman edenler, doğamıza ve yaşam alanlarımıza el koymak istiyor. Suyumuz, madenlerimiz, ormanlarımız, tarım alanlarımız, yasa ve yönetmeliklerle sermaye sahiplerine devrediliyor. HES projeleriyle, termik santrallerle, nükleer santrallerle, maden aramalarıyla, mera, kıyı ve orman kanunlarıyla insanca yaşam hakkımız elimizden alınıyor. Hayatlarımız sermaye sahiplerinin insafına teslim ediliyor. Atalarımızın, dedelerimizin yüzyıllardır koruyup kolladığı, bizlere emanet ettiği yaşam alanlarımızdan göçe zorlanarak yurtsuzlaştırılıyoruz. Bütün bu saldırılar, bulunduğu her yerde yerel halkın direnişiyle karşılaşıyor. Mücadelenin gücü bütünleşerek çoğalıyor. Ancak, yaşam alanlarımıza, suyumuza, toprağımıza göz koyanlar durmuyor" dedi.



"Yaşam alanlarımıza saldırıları durdurmak için Ankara'ya"


Anadolu'nun her su gözesinin satışa çıkarıldığını ifade eden Şan, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Sularımız, binlerce yıldır hayat verdiği coğrafyada artık satılık bir mal gibi görülüyor. Yaşamın temeli olan su, siyasi iktidar ve sermaye gurupları için kâr ve rant aracı olarak görülebilir. Ama bizim için yaşamın ta kendisidir. Sularımıza, derelerimize, vadilerimize, ovalarımıza ve doğal yaşam alanlarımıza yapılan bu vahşi saldırıları durdurmak için Ankara'ya geliyoruz.

Egemenlerin doğamıza karşı yönelttiği hegemonyaya karşı, doğa haklarını anayasal güvenceye kavuşturmak için Ankara'ya geliyoruz. Bu çağrı, paranın saltanatına karşı, derelerin kardeşliğine inananların çağrısıdır. Bu çağrı, derelerimize el koymak isteyenlere karşı, su ve yaşam hakkı mücadelesi verenlerin çağrısıdır. Bu çağrı, ekoloji mücadelesi veren ve sermayenin başlatmış olduğu yağma hareketinin karşısında mücadele edenlerin çağrısıdır. Bu çağrı, suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele eden, toprak, su, yaşam ve özgürlük mücadelesi veren tüm yaşam savunucularının çağrısıdır. Bu çağrı, her türlü uyarıya rağmen nükleer santrallerde ısrar eden anlayışa karşı direnenlerin çağrısıdır. Bu çağrı, termik santrallerin yıktığı yeryüzü, kirlettiği hava, yok ettiği ormanlar için mücadele edenlerin çağrısıdır. Bu çağrı, tohumlarımızı çalan, gıdalarımızı enerji olarak yakanlara karşı Gıda Egemenliği çağrısıdır. 9 Nisan'da Ankara'da buluşalım."



Erdoğan'a yanıt


Nükleer santrallerin insanlık ve doğal yaşam alanları için tehlike oluşturduğunu kaydeden Şan, "Japonya'da yaşanan deprem ve sonrasında oluşan tsunami ve beraberinde getirdiği nükleer tehlike de bunun en belirgin örneği ve kanıtı olmuştur. İnsanlar radyasyondan ölmeye başlamıştır. O nedenle nükleer santral karşıtı platformlar bu çağrımıza destek verdiler. Nükleer karşıtları da Ankara'da bizimle olacaklardır. Dünyada nükleer tartışmalar yaşanırken ve karşıt gösteriler yapılırken ülkemizde maalesef Başbakanımız nükleer felaketleri bir tüp felaketi gibi değerlendirmiş, 'evimize tüp koymayalım mı' değerlendirmesi yapmıştır. HES'lere karşı verdiğimiz mücadele de siyasiler bizleri bir avuç çapulcu olarak değerlendirmişti. Bütün hukuk kuralları altüst edilerek dayatılan bu projelere karşı böyle bir savunmaya girilmişti. Bir nükleer santral ile ev tüpünü bir tutan zihniyetten başkada bir şey de beklenemezdi. Bu zihniyetle nasıl mücadele edileceğini kamuoyunun taktirine bırakıyoruz. Nükleer karşıtı tüm dostları da bizimle birlikte yaşam savuculuğu yaptıkları için destek veriyoruz. Aynı zamanda biz de bu karşıtlığın bir parçasını oluşturuyoruz" dedi.



"Çernobil'den daha tehlikeli"


DEKAP Dönem Sözcüsü Ömer Şan, "Çernobil nedeniyle bölge halkımız aradan yıllar geçmesine rağmen kanser vakaları ile karşı karşıya kalıyor. Yapımı süren HES projeleri ve kurulacak yüksek gerilim hatları ile insanlarımız sağlık açısından yüzyıllar boyunca nasıl bir tehlike ile karşı karşıya kalacağının araştırılması gerekiyor. Bununla ilgili TUBİTAK ve İTÜ'nün yaptığı bir araştırma var. Bu araştırmada elektrik iletim hatları ile HES'lerin Çernobil'in verdiği zararlardan çok daha fazla zarar vereceği belirtiliyor. Bu bilimsel raporlarla ortaya konuyor' diyerek sözlerini noktaladı. 



Kaynak: haberlink

16 Mart 2011 Çarşamba

Nükleer Çağın Sonu



Japonya'da meydana gelen deprem ve oluşan tsunami sonrasında ülkedeki nükleer santrallede yaşanan patlama ve nükleer sızıntı olasılığı, nükleer çağın sonunun geldiği yorumlarına neden oluyor.

İngiliz gazetelerinde, Japonya'da büyük yıkıma yol açan deprem ve tsunamiyle ilgili haberler manşetlerde yer aldı.

İngiliz Guardian gazetesi, Japonya'daki felaketin ardından Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Çin, Endonezya ve Türkiye'deki çevreci grupların yeni santrallerden vazgeçilmesi ya da güvenlik standartlarının büyük oranda yükseltilmesi çağrısında bulunduklarını belirtti.

Haberde özetle şöyle denildi: "Merkezi Viyana'da bulunan Atom Enerjisi Kurumu'na göre, dünya genelinde, faal durumdaki 442 ticari nükleer santralin yüzde 20'si önemli derecede sismik faaliyetin olduğu bölgelerde inşa edilmiş durumda. Bu yetkililere göre artan enerji ihtiyacını karşılamak için 20 yıl içinde 350 yeni santral inşa edilmesi planlanıyor ve bu durum, bir doğal felaket sonucu nükleer facia yaşanması riskinin artması anlamına geliyor." "Greenpeace Yeşil Barış Hindistan'dan Karuna Raina, 'Japonya'dakilerin depreme dayanıklı ve felaketlere en hazırlıklı santrallar olduğu söyleniyordu. Ama bakın ne oldu. Sismik bölgeler riski artırıyor' dedi. Türkiye de Akkuyu'da üç nükleer santral inşa etmeyi planlıyor. Santralin yapılacağı bölge Ecemiş Fay Hattı'nın birkaç kilometre yakınında ve geçmişte büyük depremlerin olduğu bölgede."

NÜKLEER ENERJİNİ KADERİ JAPONYA'DA BELİRLENECEK

Guardian yazarı Julian Glover de, nükleer enerjinin kaderinin Japonya'da belirleneceğini belirterek, santralde durumun kontrol altına alınamaması halinde nükleer enerjiye güveninin tamamen kaybedileceğini vurguladı: "Japonya'daki nükleer facianın dünyayı atom enerjisinden uzaklaştırmaması ya da uzaklaştırması gerektiğine dair birçok neden var. Meseleye olumsuz açıdan bakınca rasyonellikten uzaklaşılabilir. Faciaya yol açan nedenlerin tekrarlanması olasılığı ne kadar az ya da sonuçları ne kadar kontrol edilebilir olursa olsun, sektörün güvenlik konusunda verdiği güvenceler, ekonomik mantık ve iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için yeni santraller inşa etmek gerektiği argümanları korkutucu bir sezyum bulutunda yok olup gidebilir. Çernobil'in manevi sonuçlarıyla başetmek yıllar aldı. Fukuşima felaketini unutmak da bir o kadar alabilir. Büyük bir yıkıma yol açma potansiyeli nedeniyle, nükleer enerjinin halkın güvenine ihtiyacı var."

'NÜKLEER ENERJİYE DESTEK AZALDI'

Financial Times da başyazısında 1979'da Pensilvanya, yedi yıl sonra da Çernobil'de meydana gelen kazanın nükleer enerjiye desteği önemli oranda azalttığını hatırlatarak şöyle dedi: "Nükleer endüstrinin, Çernobil'den sonra iyi bir güvenlik sicili oluştu. Bu büyük ölçüde daha iyi tasarım ve daha sıkı izleme sayesinde mümkün oldu. Küresel ısınma nedeniyle de Batılı hükümetler tekrar nükleer seçeneğe bakmaya başladılar. Enerji güvenliğiyle ilgili belirsizlik nedeniyle gelişmekte olan ülkeler de hızla nükleer santraller inşa ediyor. Nükleer santraller, karbon salımlarının azaltılmasında belli bir rol oynamalı." "Ancak güvenlik kaygıları, nükleer enerjinin en azından Batı'da canlanışını durdurabilir. ABD ve Avrupa'da yeni santral inşasına destek artmasına rağmen hala kırılgan bir durum söz konusu. Bir ciddi olay bile, bu desteği yok edebilir. Çernobil'den sonra Uluslararası Atom Enerjisi sıkı güvenlik kuralları getirdi. Ancak aradan 20 yıl geçmesine rağmen, bu kurallar hala istenirse uygulanıyor." "Ama kamuoyunun yeni santraller inşa edilmesini sınırlayamayacağı gelişmekte olan ülkelerde nükleer enerji sektörünün hızla geliştiği günümüzde bunun yeri olamaz. Yeni nükleer santrallerin yüksek güvenlik standartlarıyla inşa edilmesi sağlanmalı."

Times'ın başyazısında nükleer saldırıya uğrayan tek ülke olan Japonya'daki kazanın ardından nükleer santralların güvenliğinin mercek altına alınması gerektiğini belirterek, "Nükleer enerjiyle ilgili anlaşılabilir hassasiyetlerine ve teknolojide dünya lideri olmalarına rağmen Japonlar bile felaketten etkilenmeyecek reaktörler yapamıyorsa kim yapabilir ki?" diye soruldu.

FRANSA'DA NÜKLEER ENERJİ TARTIŞMASI BÜYÜYOR

Japonya'da Fukuşima nükleer santralinde meydana gelen hidrojen patlaması, Fransa'da nükleer enerji tartışmasının tekrar açılmasına neden oldu.

Japonya'daki kaza, enerji santrallerinin inşasına karşı çıkan siyasetçilerin eleştirilerini artırmalarına yol açarken, ''Ekoloji ve Yeşil Hareketi'', gelecek yıl düzenlenecek cumhurbaşkanlığı seçimleri için yürütülecek kampanyada, bu konuyu ön plana çıkartacağı sözünü verdi. ''Ekoloji ve Yeşil Hareketi''nin, seçimlerde adayı olması beklenen Avrupa Parlamentosu üyesi Eva Joly, bir televizyon kanalına yaptığı açıklamada, ''nükleer enerji santrali inşası konusu, kampanyamızın en önemli unsuru olacak'' dedi.

Fransa'daki Yeşil Parti'nin önemli isimlerinden Daniel Cohn-Bendit, nükleer enerji santrallerinin inşası konusunda ülkede referandum düzenlenmesini istedi.

Başbakan Francois Fillon, bu eleştiriler karşısında yaptığı açıklamada, ülkedeki nükleer enerji santrallerin güvenli olduğunu ve bu alandaki yatırımların durdurulmayacağını bildirdi.

Fransa, nükleer enerji santrali üretiminde dünyada ikinci sırada yar alıyor. 58 nükleer enerji santralinin bulunduğu Fransa, toplam enerji ihtiyacını yüzde 80'ini bu santrallerden karşılıyor.

Kaynak: BBC Türkçe - AA

6 TEKEL işçisi intihar etti

Kapatılan Tekel İşletmelerinin ardından 6. TEKEL işçisi 4-C’li Alim Apaydın da intihar etti. Manisa Salihli Tekel Yaprak Tütün İşletme Müdürlüğü’nün özelleştirilmesinin ardından işten atılan ve 2 ay önce 4-C’li olarak Salihli Adliyesi’nde işe başlayan Alim Apaydın, tarım ilacı içerek intihar etmesi ile bugüne kadar, özelleştirme sonucu intihar eden TEKEL işçisi sayısı 6’ya çıktı.


Ülkemizde birileri dünya zenginler listesinde sürekli yukarı çıkarken, insanca bir yaşam için direnen işçiler ise sermayenin ve onun işbirlikçisi hükümeti tarafından ezilmeye ve hatta silinip gitmeye devam ediyor. 78 gün boyunca Ankara’da emek sömürüsüne direnen TEKEL işçilerinden Alim Apaydın, çalışma koşullarına dayanamayarak hayatına son verdi.


İzmir Adliyesi önünde basın açıklaması yaparak 4-C’lilerin çalışma koşullarına tepki gösteren Büro Emekçileri Sendikası (BES) üyesi 4-C’liler, son olarak hayatına son veren Alim Apaydın için hükümete tepki gösterdiler.


BES’TEN AİLEYE DESTEK


Adliye önünde acılı Apaydın ailesine baş sağılığı dileyen BES üyeleri, bir kez daha taleplerini dile getirdiler..insanca bir yaşam için insanca ücret talep eden işçiler, haklarını alana kadar mücadeleye devam edeceklerini söylediler.


BES Şube Başkanı Ramis Sağlam, burada yaptığı basın açıklamasında adliye çalışanlarının sorunlarının hat safhaya ulaştığını, çalışma yaşamının bozulmaması için adliye çalışanlarının taleplerine kulak verilmesini istedi.


Kaynak: Birgün

15 Mart 2011 Salı

Ahmet Yıldız Davasında Mahkeme Başkanı Değişti

Eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız davasının altıncı duruşması bugün görüldü. Başkanı değişen mahkeme salonuna bu kez davaya izlemek isteyen herkes girebildi.



Sırf eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız davasına bugün Üsküdar Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde gerçekleştirilen altıncı duruşmayla devam edildi. 8 Eylül 2009 tarihinde başlayan davanın bugün 09.45’teki duruşmasına Ahmet Yıldız’ın sevgilisi İbrahim Can’la birlikte müşteki Ümmühan Darama’nın vekili Av. Fırat Söyle ve firari sanık Yahya Yıldız’ın avukatı Yaşam Çiçek katıldı. Lambdaistanbul, İstanbul LGBT ve Kaos GL derneklerinden temsilcilerin ve bireysel katılımcıların da hazır bulunduğu duruşma; Doğan, İhlas ve Dicle haber ajanslarıyla birlikte Alman N-TV muhabirleri tarafından da izlendi.

Mahkemenin yeni başkanı salona girişleri engellemedi

Altıncı duruşmanın en önemli gelişmelerinden biri, mahkeme heyeti başkanının değişmesiydi. Avukat Fırat Söyle bu oturumun önceki duruşmalardan daha iyi geçtiğini söylüyor ve ekliyor: “Mahkeme heyetinin başkanı değişmiş. Bu değişiklik dosyaya da yansıdı diyebilirim. Daha önceki başkanın salona kimseyi almama gayreti varken bu kez izlemek isteyen herkes içeri girip duruşmayı takip etti.”

Sanık baba Ahmet Yıldız için kırmızı bülten talebi kabul edildi

Bu duruşmada Ahmet Yıldız’ın öldürülmesinden önce Üsküdar Savcılığı’na verdiği şikâyet dilekçesinin akıbetinin araştırılması, telefon görüşmelerinden yurt dışında olduğu anlaşılan firari sanık baba Yahya Yıldız için kırmızı bülten çıkarılması ve kendisiyle olaydan sonra telefon görüşmesi yapan Reşit ve İsmail Yıldız’ın tanık olarak çağrılmaları talep edildi. Fırat Söyle, mahkeme heyetinin bu konudaki kararlarını ise şöyle yorumluyor: “Daha önce de bunları talep etmemize rağmen işlem yapılmamıştı. Ancak bu defa taleplerimiz kabul edildi. Bu çok önemli bir gelişme diyebilirim.”

Yıldız'ın sevgilisi Can: “Bu artık siyasi bir dava halini almıştır”

Bir önceki duruşmada müdahil olma talebi, “olaydan zarar görmediği” gerekçesiyle reddedilen İbrahim Can bu karara itiraz etmiş ama bu itirazı da reddedilmişti. Şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmaya hazırlanan Can, duruşma sonrasında yaptığı açıklamada şunları dile getirdi:



“Biz, insan hakları temsilcileriyle, avukatlarla, Ahmet’in sevenleriyle birlikte buradayız ama katiller bir türlü ortaya çıkarılamıyor. Uluslararası boyutta bir tutuklama kararı henüz çıkmadı. Bir sonraki duruşmada bu tutuklama emrinin çıkarılmasını istiyorum. Türk adaletine güvenmek istiyorum. Mahkeme homofobik tavrını terk etmeli. Bu artık siyasi bir dava halini almıştır. Mahkeme, babanın yakalanması için irade, azim ve gayret göstermemektedir. Davayı zamana yayma, zaman aşımından düşürme gayretleri içinde olduğu gözlemlenmektedir. Homofobik bir ülkede bu vakanın aydınlatılması da istenmeyecektir.”

Mahkeme, talepleri değerlendirmek üzere bir sonraki duruşma tarihini 16 Haziran 2011, saat 11.40 olarak belirledi.

Fotoğraflar: Zeynep Akkuş / Kaos GL

İlgili Bağlantı:
http://www.kaosgl.org/icerik/ahmet_yildiz_davasinda_adaletin_acelesi_yok

Kaynak: Kaos GL

14 Mart 2011 Pazartesi

Çevrecilerden İstanbul'da AKP'ye Yumurtalı Proresto

'Uluslararası Nehirler, Su ve Yaşam İçin Barajlara Karşı Eylem Günü' için bir araya gelen 500'ün üzerinde çevreci, AKP İl binasını yumurta yağmuruna tuttular.

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformunun çağrısıyla Sütlüce’de Miniatürk önünde toplanan çevreciler "Dereler özgürdür, özgür akacak", "Heslere geçit vermeyeceğiz", "Dersim, Loç, Hopa, Hasankeyf, Ergene direnişte" sloganları eşliğinde yolu trafiğe kapatarak yürüyüş yaptılar.
Tulum eşliğinde horona duran çevreciler ‘Direnişin Ritimleri’ ritim gurubu ile çoşkusunu artırarak AKP İstanbul il binası önünde basın açıklamalarını yaptılar.
Eylemciler adına basın açıklamasını okuyan Hasan Şen, "Baraj karşıtlarının her yıl uluslararası alanda kabul gördüğü günümüze kadar çoğalarak kutlanan böylesi bir günde, bizler de yaşamlarımızı yıkıma uğratacak olan sermeyeye el verip yasaları çıkarmaya çalışan AKP binalarının önündeyiz" diyerek başladığı açıklamada AKP'nin Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu'na son aylarda eklemeler yaptığını belirterek, Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısının da doğanın sermaye tarafından talan edilmesinin önünü açtığını söyledi.
SİT ve doğal koruma alanlarında baraj ve HES yapılmasının Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu belirten Şen, "AKP iktidarı derelerini, ormanlarını, su havzalarını korumak için direnen halklar karşısında şirketlerin çıkarlarını savunmaktan bir an bile vazgeçmediği gibi bu yasayla tüm ayak bağlarından kurtulmaya yetkiyi kendi ellerinde toplamaya hazırlanmaktadır" dedi.
Hasan Şen, "Baraj ve HES projelerine, doğanın talan edilmesine, suyun ticarileştirilmesine izin vermeyeceğiz. Her vadide, her suyun başında yasalarınıza karşı direneceğiz ve kazanacağız" dedi.
Kaynak: Redhaber

13 Mart 2011 Pazar

14 Mart Pazartesi Ahmet Yıldız Davasındayız



14 Mart Pazartesi sabahı 09:30'da Bağlarbaşı'ndaki Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 6. celsesi görülecek Ahmet Yıldız davasında buluşuyoruz.


Üniversite öğrencisi olan Ahmet Yıldız 15 Temmuz 2008de eşcinsel olduğu için öldürüldü.


Lambdaistanbul

12 Mart 2011 Cumartesi

"Kadına şiddet erkeklikse biz erkek değiliz"

"Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi" (BEDİ) üyeleri, kadına yönelik şiddeti dün akşam Taksim Meydanı'nda düzenledikleri bir eylem ile protesto etti.

Kadınlara yönelik şiddeti protesto etmek için biraraya gelen "Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi" üyeleri yaptıkları ortak basın açıklamasında,8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili kadınlara değil "erkeklere" seslenmek istediklerini belirtti. Özellikle son dönemde artan ve basında da sıkça yer almaya başlayan kadın cinayetlerine özellikle erkeklerin dikkatini çekmeyi amaçlayan inisiyatif üyeleri, "erkek olmayanı ezmeyi, sömürmeyi, yok saymayı kendinde hak gören ve adına erkeklik denen bu tahakküm sistemini ayakta tutan birer çivi olmayı reddediyoruz" dedi.

"Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi" olarak bundan böyle her 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nden bir gün sonra 9 Mart'ta bir araya geleceklerini ve kadına yönelik her türlü şiddeti protesto edeceklerini belirten grup üyeleri, " ilan ediyoruz ve diyoruz ki taciz, tecavüz, şiddet, cinayet erkeklikse, biz erkek değiliz!" şeklinde konuştu.

Kadın cinayetlerini işleyen erkeklerin teşhir edilmesi gerektiğini ifade eden grup üyeleri şunları söyledi: "Erkekler gözlerinizi açınız ve ellerinize bakınız. İstisnasız hepimizin ellerinde kan var! Kadınların, çocukların ve diğer erkeklerin kanı… Belki bazılarımız itiraz edecektir, “ben kimseyi öldürmedim” diye. Oysa gündelik hayatlarımızı, bir baba olarak, abi olarak, koca olarak, sevgili olarak, asker olarak, namus bekçisi olarak yaşarken, gerçek bir katliam makinası olarak çalışan ve aralıksız olarak katiller üreten erkekliğe sahip çıktığımız, onu yüceltip, koruyup kolladığımız her an, istisnasız hepimizin elleri kana bulanıyor. Oysa bu bir kader değil. Bizler, erkekler, toplum, aile ve devlet tarafından bize öğretilmiş ve sürekli dayatılmakta olan bu erkekliğe karşı çıkabiliriz; çıkmalıyız; çıkıyoruz".

İnisiyatif üyeleri, gazetelerde yer alan kadına yönelik şiddet haberlerini okuyarak, “Kadına yönelik şiddet erkeklikse biz erkek değiliz”, “Taciz, tecavüz erkeklikse biz erkek değiliz”, şeklinde sloganlar attı. Grup basın açıklamasının ardından dağıldı.

Kaynak: Farklıhaber8

Mahkemeden HES İçin 'Ders Niteliğinde' Karar

Rize İdare Mahkemesi, Artvin’in Borçka İlçesi’ne bağlı Camili (Maçahel) Vadisi üzerine yapılması planlanan HES projesi için, Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından verilen “Çevre Etki Değerlendirmesi (CED) gerekli değildir” kararının, “hukuka aykırılık” teşkil ettiği ve “kamu yararına uygun olmadığı” gerekçeleriyle yürütmesinin durdurulmasına karar verdi.


Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yapımı planlanan HES projelerine karşı yöre halkının ve çevrecilerin yürüttüğü hukuksal mücadelede yargı, adeta ‘çevre manifestosu’ gibi bir karara daha imza attı. Mahkeme’nin hazırladığı 2009/123 Esas Nolu gerekçeli kararında, Bakanlığın, 7533 sayılı bu işleminin uluslararası anlaşmalar ve bölgenin önemi, koruma özelliği gibi birçok konunun görmezden gelinerek gerçekleştirildiği, Doğal Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün, bölgenin önemini kavramakta ve vurgulamakta ‘yetersiz’ kaldığı vurgulandı.

Camili Vadisi üzerindeki köylülerden 18 kişinin, Avukat Yakup Şekip Okumuşoğlu aracılığıyla Rize İdare Mahkemesi’nde 12.3.2009 tarihinde açılan davanın gerekçeli kararında, hazırlanan Bilirkişi Raporu’na da yer verilerek, UNESCO tarafından biyosfer rezerv alanı olarak ilan edilen bölgenin, ‘çok çok çok’ özel ve kırılgan bir yapıya sahip olduğu, Stratejik Çevre Değerlendirme Yönetmeliği’nin uygulamaya konulmaması nedeniyle ÇED sürecinin işletilemeyeceği ve inşaat dâhil hiçbir çalışmanın yapılamayacağı kaydedildi. Özellikleri nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan uzman görüşü alınması gerektiğine işaret edilen kararda, ayrıca bölgenin uluslararası sözleşmelerde korunması gereken alanlarla ilgili olarak belirtilen bütün özellikleri taşıdığı ve Doğal Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün, bölgenin önemini kavramakta ve vurgulamakta yetersiz kaldığı da belirtiliyor. Kararda ayrıca, HES projelerinin yapılması planlanan bütün alan, vadi ve akarsulardaki ekolojiyi değiştireceğine vurgu yapılırken; bu durumun kabul edilebilir bir süreç olmadığının da altı çizildi.

Bütün sıralanan nedenler dolayısıyla korunması gereken bütün alanlarla ilgili olarak “detaylı ve gerçekçi koruma planları” hazırlanması gerektiği kaydedilen kararın son kısmında ise, Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından söz konusu proje için verilen ‘ÇED gerekli değildir kararı’nın, açıkça “hukuka aykırılık’ taşıdığı gibi “kamu yararına” da uygun olmadığına dikkat çekiler, “yürütmenin durdurulması” kararı verildi.


MAÇAHEL’İ VERMEYECEĞİZ

Karara ilişkin, ‘Maçahel’i Vermeyeceğiz’ başlıklı bir açıklama yapan Camili (Maçahel) Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği Başkanı Hasan Yavuz, vadinin özelliklerinden söz ederek, “Böylesi bir hazinenin gelecek nesillere bozulmadan bırakılması hem yöre halkının hem de başta Bakanlık olmak üzere her seviyeden yöneticinin vazifesi ve borcu olduğunu düşünmekteyiz” dedi.

KARARIN ÜZERİNE EKLENECEK SÖZ YOKTUR

Kararı değerlendiren davanın Avukatı Yakup Şekip Okumuşoğlu da, Rize İdare Mahkemesi’nin, Maçahel dışında bölgede yapımı planlanan HES projeleri açısından da önemli bir karar verdiğini, projelerdeki ‘açık hukuksuzluğun’ bir kez daha kanıtlandığını vurguladı. Okumuşoğlu, “Dünyada koruma öncelikli ilan edilen alanlar dışında ülkemizdeki tek Biyosfer Rezerv Alanı olarak ilan edilen, böylesine önemli bir alanı HES projelerine açan Bakanlığın, bu uygulamalarına karşı söylenecek söz ve kelime kalmamıştır. Kararda da zaten bu gerektiği şekilde vurgulanmaktadır. Bu karar üzerine eklenecek söz yoktur” dedi.

Kararın, adeta bir ‘çevre manifestosu’ ve ‘bilimsel rapor’ niteliği taşıdığına işaret eden Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan, kararda vurgulanan ‘açıkça hukuka aykırı’ ibaresinin çok önemli olduğunu, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın HES’ler konusundaki açık ve net tavrını ortaya koyduğuna işaret etti.

Kaynak: Evrensel

11 Mart 2011 Cuma

Üzen Karar: Üzmez'e Beraat

14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismar suçlamasıyla yargılanan Hüseyin Üzmez tahliye edildi. Karar aşamasına gelen ve yargılamayı tamamlayan Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay sürecini ve cezaevinde kaldığı süreyi dikkate alarak Üzmez'in tahliyesini kararlaştırdı.

Üzmez’e son savunmasını sorulduğunda, ilk sözleri şunlar oldu: ''Hadisi şerifler der ki; 'Yalan söyleme'. Ben yalan konuşmuyorum. Burada sizin bilmediğiniz şeyler var. Sizi seviyorum. Bunu da 'size yalakalık olsun' diye söylemiyorum. Hazırlamış olduğunuz 360 sayfalık beraat kararı için sizi kutluyorum. 55 eserimle 28 ödül aldım. Bu arada hanımdan ayrıldım, yuvam yıkıldı. B.Ç.’nin babası burada, kendisi Kıbrıs kahramanı, şerefli ve namuslu insandır. Şerefim lekelendi. Beni şimdi tahliye etmenizi istiyorum.''

Oysa biz seni sevemiyoruz Hüseyin Üzmez. Peşinden sürüklediğin güruhun dilini, 55 eser 28 ödülle tescillenmiş ahlakını, sırtını dayadığın yalanı sevmedik, sevemiyoruz. Masanın başına geçip, arınmışlıkla yazacağın yazıların mide bulantısına hazırlıklıyız. Ancak kabul edemiyor, sindiremiyoruz.

Bugüne kadar işletilen sürece duyduğun güvenle ettiğin ''Allah'a şükürler olsun. Beni bundan sonra gazete ve televizyonlarda bol bol izlersiniz'' cümlesinin ağırlığını biz taşırken, yazdığımız yazılarla vicdan rahatlatamıyoruz. Şimdi tedirginlikle bir sonraki tacizci tahliyesini bekliyoruz.

"Bu cezasızlık büyük bir rahatsızlık yaratıyor"

Yaşanan bu süreç sonrası konuştuğumuz Pedagog Pınar Erdoğan, kaygılarımızı desteklercesine paranoyak anne ve babalar haline geldiğimizi vurguluyor ve şöyle diyor:

“Bu olayda daha en başından problemler var. Adli tıp B.Ç. için ruhsal dengesi bozulmamıştır kararı verdi daha sonra ise tam tersi yönde bir karar çıktı. Burada hafifletici nedenlerin olmaması gerekiyor. Hüseyin Üzmez’in hiçbir şey yaşanmamış gibi gazetede yazılarına devam edecek olması toplumsal bir yara ve ağır bir gerçeklik. Bu davanın böyle sonuçlanmaması gerekiyordu. Burada yasal bir boşluk var. Daha önce verilen bir karar var.

B.Ç. iyi bir eğitim ve rehabilitasyon sürecinden geçirilmeli. Hatta annesi ile beraber bu süreçten geçirilmeli. Bir taraftan çocuklarımızı kendine güvenen bireyler olarak yetiştirmeye çalışırken, bu tür olaylar, biz de dahil, paranoyak anneler ve babalar yaratıyor. Böyle insanların varlığını bilmek ve bu cezasızlık büyük bir rahatsızlık yaratıyor. Adalete, devlete, hukuk sistemine güven kalmıyor.”

Ankara Barosu Çocuk Hakları Merkezi'nden Avukat Şahin Antakyalı ise hukuki süreci değerlendirirken çocuğun nasıl ticari bir cinsel sömürü öznesi haline geldiğini dile getiriyor:

“Bu soruşturmanın ve kovuşturmanın çok ivedi bir biçimde yapılması gerekirdi. Süreç kasıtlı olarak uzatıldı ve CMK’nın 102. Maddesi’ne de dayanılarak Hüseyin Üzmez tahliye edildi. Avukatının istifasının altında da neler yatıyor ona bakmak lazım.

Bu tür suçlarda yargılamanın, CMK’nın ilgili maddesi olsa da olmasa da hızlı yapılması gerekiyor. Böyle süreçlerde kişilerin tutuksuz yargılanmalarının mağdur çocuklar üzerinde olumsuz etkiler yarattığını gördük.

Ayrıca bu dosya kapsamında fuhuş suçlaması da yer alıyordu. Davanın basına yansımayan kısımları var. Burada çocuk ticari bir cinsel sömürü objesi oldu. Hüseyin Üzmez sanık olarak işi sulandırmaya çalıştı. Adli tıp raporu bekleme süreci de davayı uzatmak için başka bir taktik haline dönüştü.”

Kaynak: Uçan Süpürge

10 Mart 2011 Perşembe

Medya Kılıfını Hazırlıyor, Katiller Haksız Tahrikten Faydalanıyor

Kaos GL, eski sevgilisini öldüren E.G.'nin yargılanmasını sanığın "lezbiyen ilişki yaşıyordu, öldürdüm" sözlerine de bu sözü öne çıkartarak haberleştiren medya kuruluşlarına tepki gösterdi: "Kadınların davranışlarını cinayetlere bahane gösteren zihniyet son bulmadıkça cinayetler de son bulmayacak."

"Medyanın lezbiyen fantezisi, lezbiyen cinayetlerinin üstünü örtemiyor. Basında şiddetin işlenişi katil erkeklerin şiddete kılıf bulmalarına hizmet ediyor, katiller hep aynı gerekçeleri tekrarlıyor, basın yoluyla yaygınlaşan haksız tahrik gerekçelerine sığınmaya çalışıyor."


Kaos GL Derneği, Gaziantep'te eski sevgilisi P.T.'yi (21) öldüren E.G.'nin (24) "müebbet hapis cezası" istemiyle yargılandığı davayı, E.G.'nin "lezbiyen ilişki yaşıyordu, öldürdüm" sözlerine de bu sözü öne çıkartarak haberleştiren medya kuruluşlarına tepki gösterdi.


"Önleme, caydırma ve koruma için tedbir almayan siyasiler, sudan gerekçelerle haksız tahrik indirimleri uygularken cezalandırma mekanizmalarını yeterince işletmeyen yargı, katil erkeklere gerekçe sunan ve kadınların davranışlarını cinayetlere bahane gösteren medyadaki zihniyet son bulmadıkça cinayetler de son bulmayacak."


"Cinayetin gerçek sebebi, kadının erkeğin denetiminden çıkmış olması"

Kaos GL'nin açıklamasında şu ifadeler yer aldı:


* Katil erkeğin öldürme bahanesi bu defa lezbiyen ilişki. Ancak öldürme nedeni gerçekte diğer tüm katil erkeklerle aynı: Erkekler kadınları denetleyemediklerinde, iktidarlarına yönelik algıladıkları bu tehdidi kadınları öldürerek bertaraf etmeye, iktidarlarını ve erkekliklerini kadının varlığına son vererek sürdürmeye çalışıyorlar.


* Bu cinayet de tüm diğer kadın cinayetleri gibi erkek egemenliğinden kaynaklandığı gibi, erkek egemenliğinin kışkırttığı homofobiden beslenerek işlendi. Erkek kadını, cinsel yönelimi dolayısıyla kendi denetiminden çıktığı için öldürdü.


* Kadınlara ve LGBT bireylere yönelik şiddet "münferit" olarak açıklanamayacak kadar yaygın, sık ve sistematik. Şiddeti "münferit" olarak algılamak aymazlığına düşmek, sorunun daha da kökleşmesine yol açıyor.


* Medyanın lezbiyenliği fantezi malzemesi olarak sunmaktan öteye gidememesi lezbiyen cinayetlerinin üstünü örtmüyor. Öldürülen her kadının heteroseksüel olmadığını, kadınların heteroseksist dayatmaya boyun eğmedikleri için de öldürüldüklerini biliyoruz.


* Cinsiyetimiz veya cinsel yönelimimiz nedeniyle öldürülmek istemiyoruz. Erkeklerin denetimine karşı çıktığımız için öldürülmek istemiyoruz. En temel hak olan yaşama hakkını talep etmek zorunda kalmak istemiyoruz. Şiddete karşı tüm önlemlerin derhal alınmasını talep ediyoruz. Lezbiyenler Vardır! Kadınlar Vardır! (BB/EÖ)


Kaynak: Bianet