Dün, Hayvan Hakları İzleme Komitesi ile, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi'nde, Şırnak Roboskî'de bitmek bilmeyen katır katliamları hakkında bir basın toplantısı düzenledik. Roboskî'deki katliamların durması için girişimlerimizden bahsettik ve tüm muhalif kesimlere vicdanî ret çağrısında bulunduk.
Basın toplantımızın sonunda, TSK'nin sebep olduğu tüm katliamlara karşı, birer sivil itaatsizlik örneği olarak, üç hayvan özgürlükçüsü arkadaşımız, Neşe D. Akbaş, Barış B. Atal ve Burak Özgüner vicdanî ret açıklamasında bulundu.
Nisan ayında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı üzerinden yaptığımız suç duyurusu konusunda hiçbir gelişme yaşanmazken, Orman ve Su İşleri Bakanlığı'na yaptığımız başvuruya, bakanlık cevap verdi. Derneğimize gönderilen yazıda, 24. dönem milletvekili Melda Onur'a "katırların kargaşadan korkarak uçurumdan düşerek hayatını kaybettiğini" belirten Şırnak Valisi Ali İhsan Su'nun beyanının aksine, Bakanlık, başvurumuza ilişkin olaylarda 20 kadar katırın ateşli silahla vurularak öldürüldüğünü açıkladı. Yaptığımız suç duyurusunu, Orman ve Su İşleri Bakanlığı'nın cevabî yazısını basın mensupları ile paylaştık.
Basın toplantımıza katılan Kamp Armen Dayanışması, Vicdanî Ret Derneği, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi, İstanbul Kent Savunması, Kuzey Ormanları Savunması'na ve tüm basın emekçilerine teşekkür ederiz.
Basın toplantısında okuduğumuz basın açıklamasının tam metni:
Bundan 3,5 yıl önce, 28 Aralık 2011 günü Roboskî’de, çoğu çocuk yaşta olan 34 insanla birlikte, savaş uçaklarının yaptığı bombardımanda 59 katır da katledilmişti. Bu katliam karşısında, tüm dünya ayağa kalkmışken insanlarla birlikte hayatını kaybeden katırlar, ne konuyla ilgili haberlerde, ne de -birkaç hayvan hakları ve özgürlüğü oluşumu dışında- hayvan hakları savunucuları tarafından anıldı. Roboskî katliamının üzerinden tam 1284 gün geçmesine rağmen, katliam emrini verenler ve bu katliamı yapanların yargılanması yolunda hiçbir adım atılmamıştır ve Roboskî’de devlet eliyle yapılan katliamların sonu gelmemektedir.
Birkaç ay önce Roboskî’de katırlar hakkında itlaf kararı verildiğini öğrendiğimizde, hukukî bir dayanağı varmış gibi gösterilse de, haklar bağlamında hiçbir geçerliliği olamayan bu katliam kararına karşı çıkmıştık. İtlaf kararının geri çekilmesi için seferber olmuştuk. Bu infaz kararının üzerinden birkaç gün dahi geçmeden, basın aracılığıyla ve doğrudan görüşmeler yoluyla bölgedeki idarî amirlere aktarılan kamuoyu tepkisine rağmen, 24 Mart 2015’de sınırı geçmek üzere olan ve zaten insan faydası için köleleştirilmiş 8 katır, yine sadece insanları ilgilendiren bir meselenin nesnesi haline getirilmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) askerleri tarafından vurularak katledilmiştir. Bu katliamları takip eden aylarda, oluşan ciddi toplumsal infiale, yapılan tüm hukuki başvurulara, girişimlere ve görüşmelere rağmen, TSK, katliamlarında kararlı olduğunu defalarca göstermiştir. Son olarak, 30 Haziran'da sabaha karşı Robosi’den geçen TSK'ye bağlı askerî birlikler, tekbirlerle, kahkahalarla, naralarla köye saldırmış ve rastgele ateş açmış, açılan ateş sonucunda 8 katır hayatını kaybetmiştir. Sıraladığımız tüm bu katliamlardan önce de çıkan çatışmalarda birçok katır, yine askerlerce katledilmiş ve yaralanmıştır.
Artık çetelesini bile tutamadığımız katır katliamlarına devam eden TSK'dan konu ile ilgili tatmin edici bir açıklama gelmez iken Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, katliamın yasal ve rutin bir uygulama olduğunu beyan etmiştir. Katliamı kimin gerçekleştirdiğinin bizim nezdimizde hiçbir önemi olmasa da, Bakan Eker, itlaf konusunda kendi Bakanlığının yetkili ve görevli olduğunu bile bile katliamın neden TSK tarafından gerçekleştirildiğini sorgulamamaktadır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı bürokratları ile yaptığımız görüşmeler de son derece ciddiyetsiz geçmiş, kasıtlı ve sistematik olan bu katliamın üstü, ilgili bakanlıklar tarafından kapatılmak istenmiş ve istenmektedir.
Bölge halklarıyla birlikte hayvanlar da savaş, soykırım ve katliam politikalarından nasibini almaktadır. On yıllarca sınır bölgelerindeki mayınları temizlemeye sürülerek katledilen hayvanlar, “barış” günlerinde de sınır ticaretinde kullanılarak sömürülmektedir.
Kana bulanmış bir coğrafyada, tahakküm ilişkilerinin en altında kalan, yaşam hakkı yük ve mal taşıma işleviyle sınırlandırılmış bu hayvanlar, bölgede on yıllardır devam eden savaşın ismi anılmayan kurbanlarıdır. Bombalanan dağlarda ve köylerde binlerce insanla birlikte, sayısını dahi bilmediğimiz yabanî-evcil hayvan ve ekolojik bir toplumsal dönüşüm ile barışın yegane unsuru olacak olan doğa da katledilmektedir.
Bu nedenle, barışın ve adaletin öncelikli amaç olduğu her türlü siyaset; öncelikle katliamın, sömürünün ve tahakkümün en yaygın ve en acımasız biçimde uygulandığı isimsiz kurbanlar olan hayvanlara yer açmak , onların yaşam hakkını savunmak ve onları sömürmekten vazgeçmek zorundadır. Toplumsal şiddete, savaşa ve devlet terörüne karşı örgütlenen tüm siyasi yapıları,
başta tür ve ırk olmak üzere hiçbir ayrım yapmayan bir muhalefet örgütlemeye; toplumsal dönüşüm tahayyüllerinde hayvanlara yalnızca mülkiyet ilişkileri bağlamında ve ekonomik değerleri üzerinden değil, müzakereye tâbi olmayan yaşam haklarıyla birlikte yer açmaya çağırıyoruz. Tahakküm ilişkilerine karşı bütünlüklü bir muhalefet perspektifini benimsemeyen, hayvanları doğuştan gelen canlı olma vasıfları ve yaşam hakları ile değil mal olarak tanımlayan, onları gözden çıkarılabilir ve yaşamı ikincil gören, ölümü “zaiyat" olarak tanımlayan, yaklaşım, görüş ve haberleri kınıyoruz.
Türkiye, hem insanlar hem de hayvanlar için can güvenliğinin ortadan kalktığı bir coğrafya haline getirilmiştir. Son derece keyfî uygulamalara hukukî dayanak sunan yasal düzenlemeler ve de resmî otoritelere ve güvenlik güçlerine verilen sonsuz yetkiler, Türkiye’yi tam anlamıyla bir katliam diyarı hâline getirmiştir. “Kaçakçılık” bahane gösterilerek insanların, hayvanların başına bombalar yağdırılmakta, düşman hukukuyla hız verilen bu uygulamaların adına “iç güvenlik” tedbiri denmektedir. Şiddetin bizzat devlet eliyle tırmandırıldığı, katliamların giderek daha yasal, kılıfına uygun hale getirildiği, türlü zorbalığın uygulandığı Türkiye’de, ölümlerin gündelikleşmesiyle, kamuoyu tarafından, katledilenler arasında tür, etnik kimlik, ırk, sınıf ayrımcılığına dayanan hiyerarşik bir değer sıralaması yapılmasından endişe duyduğumuzu ifade ediyoruz. Roboskî’de TSK'nin katlettiği her katır, Türkiye’de yaşam, umut, barış ve adaletin katledilmesi demektir. Üzerlerine açılan ateş sonucunda yaralanan onlarca katır için, mevzuat nezdinde “güçten düşmüş” olarak tanımlanmasına ve bu hayvanlara bakmakla yükümlü olmasına rağmen ısrarla harekete geçmeyen devlet de bu vurdumduymazlığı ile asıl niyetini ortaya koymaktadır.
Çok ciddi bir hayvan hakları ihlâli olan ve yaşama karşı işlenen bu katliam karşısında, devletin tüm kurumları ve birçok hayvan hakları kuruluşu da sessiz kalarak Roboskî'de hayvanlara yaşatılanları görmezden gelmeyi seçmiştir. Şırnak Valisi Ali İhsan Su ise 24. dönem milletvekili Melda Onur'a "katırların vurulup öldürülmediğini, ancak silah sesinden korkup, uçurumdan düştüklerini" söylemiş ancak Orman ve Su İşleri Bakanlığı, katırların ateşli silahla vurulduğunu açıklamış, başvurumuza istinaden gönderdiği yazılı cevabında devletin valisini yalanlamıştır.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kanalı ile yaptığımız suç duyurusunda, birçok katırı, görev ve yetkisinde olmadığı hâlde, kanun ve nizama aykırı olduğunu bilerek öldüren ve yaralayan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin askerî personelinin yargılanmasını talep ettik. Gerek suçu doğrudan işleyen gerekse emir ve talimat vererek suçun işlenmesini sağlayan kişilerin tamamının tespit edilerek, görevi kötüye kullanma, kamu görevinin usulsüz olarak üstlenilmesi, kişilerin malları üzerinden usulsüz tasarrufta bulunulması, kamu görevine ait araç ve gereçlerin suçta kullanılması suçlarından cezalandırılmalarını istedik. Şırnak Valiliği, Şırnak İl Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü, Uludere İlçe Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü, Şırnak İl Orman ve Su İşleri Müdürlüğü'nün idarî personeli ve Şırnak Belediyesi'nin yetkilileri hakkında da görevi kötüye kullanma, kamu görevinin terki veya yapılmaması suçlarından ayrı ayrı yargılanarak cezalandırılmasını istemiştik. Bu konudaki soruşturmada en ufak bir gelişme dahi olmazken ısrarlı ve kararlı bir şekilde katır katliamlarının devam etmesini kınıyoruz.
Canlıların üzerine hiç düşünülmeden bomba yağdırılmasını, kurşun sıkılmasını sağlayan yasaların varlığı, tüm bu yapılanların meşru ve doğru olduğunu göstermez. Yirminci yüzyılın soykırımları, katliamın yasal ve hatta neredeyse gözler önünde yapıldığı, çarpıcı örneklerle doludur. Gerek coğrafî gerekse sosyo-ekonomik koşullar nedeniyle bölgede, sınır ticaretinden başka hiçbir geçim kaynağı olmayan, devletin resmî politikası haline gelmiş işsizlikle, yoksulluk ve savaşla, baskı altında tutulan bölge halklarından, örgütlülüklerinin, devlet terörüne karşı duruşlarının ve barış taleplerinin intikamı alınmaktadır. Devletin, şiddetin bir gün bile durmasına izin vermediği coğrafyada, toplumsal barışı talep eden bölge halklarının canına devlet tarafından kastedilmekte, katledilen insanlara "kan parası" gibi bedeller biçilmekte, katliamların sorumluları ödüllendirilerek halkların adalete olan inancı taammüden sarsılmaktadır.
Tüm bu katliamlar yetmezmiş gibi, Roboskî katliamının aydınlatılması için hak mücadelesi veren aktivistler, katliamda akrabalarını, yakınlarını kaybeden aileler, adlî soruşturmalarla, keyfî gözaltılarla sindirilmek istenmektedir. Büyük acılara sebep olan katliamdan beri, Roboskî asker ablukası altında tutulmakta, gündelik yaşam sekteye uğratılmaktadır.
Devletin ana akım medya başta olmak üzere tüm propaganda araçlarıyla hafızasızlaştırdığı, iktidarın kendi suretinde yarattığı bu katliamları, kanıksamış toplum imgesinin aksine, bizler unutmuyoruz. Roboskî katliamını da, dönemin İçişleri Bakanı’nca “hata” olarak tanımlanan ve altı aylık Solin bebeğin pek çok kardeşi ve komşusuyla birlikte öldürüldüğü Ranya katliamını da; Türkiye’nin sebep olduğu diğer katliamları da unutmadık, unutmayacağız. İnsanlara, hayvanlara bomba yağdırılırken operasyonları yönetenler hâlâ görev başında, yetki sahibi ve iktidarda olduğu sürece barış ve adaletin mümkün olmadığını biliyoruz.
Canlılara bomba yağdıran, kurşun sıkan, cenazelere, insanların kutsal saydığı mekânlara saldıran, mezarlıkları talan eden, demokratikleşme hamleleri adı altında kamuoyu gündemini meşgul ederken her türlü hukuksuzluğu meşru kılan, kan üzerinden siyaset yapan iktidar düzenine karşı, Roboskîli katırların ve insanların yanında olduğumuzu bir kez daha belirtiyoruz. Orada hiç olmamaları ve var oluştan gelen hakları ile özgürce yaşamaları gerekirken, sınır ticaretinde, silahların, bombaların, mayınların gölgesinde insanlarca sömürülen katırların katledilmesinde devleti, hükûmeti ve TSK'yi sorumlu tuttuğumuzu belirtmek istiyoruz.
Adaletin, barışın, eşitliğin, özgürlüğün yeşermediği yerde, iç güvenlik, terörle mücadele, sınır yönetimi adı verilen faşizan uygulamalar yasallaşırken kanunun dışına itilen halkların, hayvanların, ormanın, en masum ve savunmasızların kanının durmayacağını bir kez daha hatırlatıyoruz.
İnsan-hayvan demeden yaşama karşı suç işleyen, halklar arasında nefreti körükleyen devlet politikalarına, katliamlara karşı hak ve özgürlüklere duyarlı tüm kesimleri dayanışmayı büyütmeye; katliamları, sınırları değil, tür, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim ayrımı yapmadan yaşamı savunmaya çağırıyoruz.
Adalet yoksa barış da yok!
Hayvana, insana, yeryüzüne özgürlük!
VİCDANÎ RET AÇIKLAMALARI:
Burak Özgüner'in Vicdanî Ret Açıklaması
3 Temmuz 2015, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi
Uzun yıllardır, hayvanları da doğayı da insanları da öğüten, öğütmekte hiçbir sakınca görmeden, adaletsizliği birer karakteristik haline getirmiş olan "malûm" sistemin ve uygarlığın modern bir ürünü olan devletin, ordunun askeri olmayacağımı açıklamak istiyordum. "Kısmet" ne yazık ki bugüneymiş: Her devlette olduğu gibi, sınırları kanla ve katliamla çizilmiş olan bu ülkede, hayvanlar için 20 yıldır mücadele veren bir insan olarak vicdanî reddimi açıklıyorum. Şırnak, Roboskî'de bitmek bilmeyen katır katliamının son furyası olan 30 Haziran'daki gözü dönmüş Türk Silahlı Kuvvetleri'nin saldırısından sonra, her devlet ve ordu gibi katil olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ve onun katliam emirlerini uygulayan TSK'nin hiçbir şekilde parçası olmayacağım. Masum hayvanları kurşunlayan, dağlarda, ormanlarda gezen yaban hayvanlarının tepesine bomba yağdıran tüm ordulara lanet okuyorum!
Militarist bir ülke olan; okulundan ailesine, iş hayatından toplumdaki gündelik yaşantısına kadar tektipleştirilmek istenen Türkiye'de ve hiçbir ülkede, hiçbir kademede emir-komuta zincirine dahil olup üniforma giymeyeceğim ve elime silah almayacağım. Çünkü biliyorum ki üniforma giydiğimde, bundan tam 1284 gün önce olduğu gibi, Roboskî'de 34 insanı ve 59 katırı katletmek için ya da sırf bir komutanı rahatsız ettiği için, kışlanın etrafındaki köpekleri öldürmek için emir alabilirim. Bizzat TSK tarafından yıllar boyunca bombalanan dağlarda, yakılan ormanlarda, hiçbir şeyden habersiz hayvanların katili olabilirim. Kışlada "şakalaşırken" arkadaş kurbanı olabilirim ya da ana akım medyada sık sık haberlerini duyduğumuz gibi, her an "eğitim zaiyatı" olabilirim. Sizler bir gazete haberinden "intihar ettiğimi" okuyabilirsiniz. Ya da en basitinden askerdeyken "kaybolmuş" olabilirim. "Kaybolmak" demişken kendisinden 23 günden beri haber alınamayan er Osman Karadeniz nerede?
Son 27 senede, devletin "güvenlik" gücü olarak tanımlanan birliklerce katledilen 489 çocuğun katlinden hiçbir rahatsızlık duymayan çocuk katillerinin, "hata" yapıp canlılara bomba yağdırdıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edenlerin sırtını sıvazlayarak terfi ettiren eli silahlı, bombalı, geçmişinde asit kuyuları olan bir kurumun parçası olmak, emri altına girmek istemiyorum.
Canı olmayan camı kırmayı şiddet olarak tanımlarken, canı olanı kırmayı, imha etmeyi şiddet olarak tanımlamayan, kendine göre suç tanımları uydurup adaleti hiçbir şekilde sağlayamayacağı ortada olan yasaları çıkartıp insan-hayvan-doğa demeden, tüm yaşam üzerinde her türlü tahakkümü bizzat kuran ve güçlendiren, devletin ikiyüzlü adaletine de düzen sağlayıcılığına da inanmıyorum. Devletin düzen, otorite ve hatta Türkiye’de çoğu zaman “adalet” adına topluma yaptığı müdahaleleri tehlikeli buluyorum ve benim için tek düzenin anarşi olduğunu söylüyorum. Kendini ayakta tutmak, kendini güçlendiren endüstriyi korumak için her türlü zulmü her türlü canlıya reva gören devletin ölüm ve infaz kararlarını, kötücül yargı kararlarını uygulamak için her daim hazır bekleyen bir ordunun, ne içeride ne de dışarıda bir parçası olmak istiyorum.
Yasalar dahilinde, hayvanları, hayvanat bahçesine kapatıp insana seyirlik malzeme yapıp ölene kadar esaret altında tutmakta; deneylerde işkence ile sömürmekte ve katletmekte; ticarî kaygılarla okyanus ötesi mesafelerden avlayıp küçücük havuzlara tıkmakta; insanın kan görme arzusu ve zevki uğruna türlü hileler ile ve ihaleler açarak avlatmakta; bir "tecavüz" metodu ile sürekli üretip cehennemi andıran entegre çiftliklere kapatıp sömürdükten sonra mezbahalarda gırtlaklattırmakta ve hayvanların, işkence ile öğretilen doğal olmayan hareketlerini eğlence diye pazarlatmakta; dirisinden ölüsüne kadar her şekilde paraya çevrilmesinde hiçbir sakınca görmeyen devletler, kirli işlerini ordularına yaptırıyor. Kapalı kapılar ardında başka devletlerle, şirketlerle gizli gizli yaptıkları kirli pazarlıklarını uygulatmak için silahlı kuvvetlerini, ordularını öne sürüyor.
Hâl böyleyken, sadece bana ait olan bedenimi ne Türk varlığına ne de başka bir ulusun varlığına armağan edeceğim. Artık gerçekten kokuşmuş bu düzenin karşısında, bir anarşist ve hayvan özgürlükçüsü olarak, tahakküm ilişkilerini ve şiddeti mümkün olduğunca kendimden uzak tutmaya çalışarak yaşadığım bu hayatı, kimseden emir almadan, hiçbir otoriteye itaat etmeden, kimseyi öldürmeden yaşamak istiyorum. İnsanı canından usandıran militarizm; tektipleştirme, itaati dayatan ordular, "millî savunma", "savaş", "terörle mücadele" gibi gerekçelerle dünyanın en büyük ve kanlı endüstrisi olan silah endüstrisini beslemekte. Bu endüstri ürettiği silahlarla, yok etme projeleriyle ve uyguladığı deneylerle milyonlarca canlının yaşamına kastetmektedir. Silah endüstrisi için yapılan laboratuvar deneylerinde ise kaç milyon hayvanın can verdiği bilinmiyor bile; çünkü "millî güvenlik", "devlet sırrı" kelimelerini ağzımıza bile alamıyoruz. Silah endüstrisinin kardeşi olan, devletin mevzuatıyla onaylanan ve devlete kaynak sağlayan avcılığın sebep olduğu sonsuz bucaksız soykırımdan ise bahsetmeyeceğim...
Mevzunun özeti; çocukluğumuzdan bu yana kutsal, dokunulmaz, eleştirilemez ve koşulsuz biat edilmesi gereken bir varlıkmış gibi öğretilen ama büyüdükçe hiç de öyle olmadığını gördüğümüz devlete de ordusuna da verecek ne canım ne de zamanım var. Kısacası, devlete diyeceğim odur ki: Zorlamayın, dayatmayın! Çünkü zorla, insan ikna edilmez! Düşün insanların da hayvanların da doğanın da yakasından... Bir "savaş" vereceksem o da hayvanları ve doğayı daha çok özgürlüğe, kurtuluşa yaklaştırmak için olabilir, bu mücadelede yaşama düşman olan devlet de ordu da benim tarafımda yer almıyor. Dolayısıyla benim, o ya da bu şekilde, bahsettiğim kurumsal otoritelerin bir parçası olmam da mümkün değil.
Belki sayımız çok değil, devlet ya da benzeri organizasyonlar kadar -ki hiç istemem, korkarım bundan- örgütlü değiliz, imkânımız yok belki ama hayvanlar, insanlar ve doğa için yani istisnasız herkes için topyekûn özgürlük isteyenler olarak, "bulunduğumuz yerden dünyayı değiştirmeye devam edeceğiz", reddedişimiz, neşemiz, öfkemiz ile…
Bu naçizane reddiye ile, 2012'de kaybettiğimiz Türkiye'nin ilk vicdanî retçisi, anarşist yoldaşım ve arkadaşım Tayfun Gönül'ü, geçen sene kaybettiğimiz anarşist yoldaşım, dostum Kerem Kamil Koç'u, Batman'ın Gümüşgörü Jandarma Karakolu'nda askerliğini yaparken nefret cinayetine kurban giden Sevag Balıkçı'yı, kışla cinayetine kurban giden ve başta TSK'nin ve tüm orduların canını aldığı bütün hayvanları, ağaçları ve insanları anıyor, dünyanın dört bir tarafında hayvanların ve doğanın kurtuluşu için yüreği çarpan, tutsak edilen tüm yoldaşlarıma selam gönderiyorum.
Son olarak bir klasik: Öldürmeyeceğim, ölmeyeceğim, kimsenin askeri olmayacağım!
Barış B. Atal'ın Vicdanî Ret Açıklaması
3 Temmuz 2015, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi
Balta, bıçak, mızrak, yay, kılıç, gürz, topuz, mancınık, tabanca, tüfek, top, obüs, havan, torpido, el bombası, mayın, roket, makineli, tank, taarruz gemisi, savaş uçağı, güdümlü mermiler, lav makinesi, gaz odaları, asit kuyuları, kan zehirleyiciler, boğucu gazlar, yakıcı gazlar, sinir gazı, füze, atom bombası, hidrojen bombası, nükleer başlıklı denizaltı, insansız avcı hava aracı, yapay virüsler, kitle imha salgınları, lazer atıcılar. Geçmişten günümüze kullanılan yıkım araçları. Devletlerin, canlıları, dünyayı yok etme konusunda birbiriyle sidik yarıştırırcasına kibirlendikleri, yetmezmiş gibi medeniyetin gelişimi olarak lanse edilen silahlar. Ne bu tür bir uygarlığı kabul ediyorum ne de bu uygarlığın sağladığı hukuğun adaletine ve geçerliliğine inanabiliyorum. Bana dayatılan militarist tahakkümü vicdanen reddediyorum.
Neşe D. Akbaş'ın Vicdanî Ret Açıklaması
3 Temmuz 2015, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi
Bizler hayvan özgürlükçüleri olarak işi, amacı ya da eylemi masum canlıları katletmek olan her tür kurum, kişi ya da oluşumun yanında, yakınında ya da arkasında hiçbir zaman olamayacağımızı söylüyoruz. Yaşamın, kendi türümüzün ürettiği ideolojik ve siyasî söylemlerin üstünde olduğunu, onun bir tarafı olamayacağını ve ona yöneltilen her zorbalığın bedelini kolektif olarak ödeyeceğimizi unutmadan ve bir zorunluluk olarak tür, ırk, cinsiyet gözetmeden her türlü hak mücadelesine bütünsel bakılması gerektiğini savunuyoruz.
Hayvanların ve doğanın her tür tahakküm, şiddet ve sömürünün en korkuncuna maruz bırakılmasını meşrulastıran başta insan merkezci ve türcü soylemler olmak üzere ırkçı, cinsiyetçi ve her tür ayrımcı söylemin uygulayıcı kurumları ve zihniyetiyle hiçbir zaman uzlaşamayacağımızı ve dolayısıyla devletlerin yaşama düşman, şiddeti besleyen militarist dayatmaları karşısında vicdanî reddimi açıkladığımı bildiriyorum.
Basın toplantımızın sonunda, TSK'nin sebep olduğu tüm katliamlara karşı, birer sivil itaatsizlik örneği olarak, üç hayvan özgürlükçüsü arkadaşımız, Neşe D. Akbaş, Barış B. Atal ve Burak Özgüner vicdanî ret açıklamasında bulundu.
Nisan ayında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı üzerinden yaptığımız suç duyurusu konusunda hiçbir gelişme yaşanmazken, Orman ve Su İşleri Bakanlığı'na yaptığımız başvuruya, bakanlık cevap verdi. Derneğimize gönderilen yazıda, 24. dönem milletvekili Melda Onur'a "katırların kargaşadan korkarak uçurumdan düşerek hayatını kaybettiğini" belirten Şırnak Valisi Ali İhsan Su'nun beyanının aksine, Bakanlık, başvurumuza ilişkin olaylarda 20 kadar katırın ateşli silahla vurularak öldürüldüğünü açıkladı. Yaptığımız suç duyurusunu, Orman ve Su İşleri Bakanlığı'nın cevabî yazısını basın mensupları ile paylaştık.
Basın toplantımıza katılan Kamp Armen Dayanışması, Vicdanî Ret Derneği, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi, İstanbul Kent Savunması, Kuzey Ormanları Savunması'na ve tüm basın emekçilerine teşekkür ederiz.
Basın toplantısında okuduğumuz basın açıklamasının tam metni:
Bundan 3,5 yıl önce, 28 Aralık 2011 günü Roboskî’de, çoğu çocuk yaşta olan 34 insanla birlikte, savaş uçaklarının yaptığı bombardımanda 59 katır da katledilmişti. Bu katliam karşısında, tüm dünya ayağa kalkmışken insanlarla birlikte hayatını kaybeden katırlar, ne konuyla ilgili haberlerde, ne de -birkaç hayvan hakları ve özgürlüğü oluşumu dışında- hayvan hakları savunucuları tarafından anıldı. Roboskî katliamının üzerinden tam 1284 gün geçmesine rağmen, katliam emrini verenler ve bu katliamı yapanların yargılanması yolunda hiçbir adım atılmamıştır ve Roboskî’de devlet eliyle yapılan katliamların sonu gelmemektedir.
Birkaç ay önce Roboskî’de katırlar hakkında itlaf kararı verildiğini öğrendiğimizde, hukukî bir dayanağı varmış gibi gösterilse de, haklar bağlamında hiçbir geçerliliği olamayan bu katliam kararına karşı çıkmıştık. İtlaf kararının geri çekilmesi için seferber olmuştuk. Bu infaz kararının üzerinden birkaç gün dahi geçmeden, basın aracılığıyla ve doğrudan görüşmeler yoluyla bölgedeki idarî amirlere aktarılan kamuoyu tepkisine rağmen, 24 Mart 2015’de sınırı geçmek üzere olan ve zaten insan faydası için köleleştirilmiş 8 katır, yine sadece insanları ilgilendiren bir meselenin nesnesi haline getirilmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) askerleri tarafından vurularak katledilmiştir. Bu katliamları takip eden aylarda, oluşan ciddi toplumsal infiale, yapılan tüm hukuki başvurulara, girişimlere ve görüşmelere rağmen, TSK, katliamlarında kararlı olduğunu defalarca göstermiştir. Son olarak, 30 Haziran'da sabaha karşı Robosi’den geçen TSK'ye bağlı askerî birlikler, tekbirlerle, kahkahalarla, naralarla köye saldırmış ve rastgele ateş açmış, açılan ateş sonucunda 8 katır hayatını kaybetmiştir. Sıraladığımız tüm bu katliamlardan önce de çıkan çatışmalarda birçok katır, yine askerlerce katledilmiş ve yaralanmıştır.
Artık çetelesini bile tutamadığımız katır katliamlarına devam eden TSK'dan konu ile ilgili tatmin edici bir açıklama gelmez iken Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, katliamın yasal ve rutin bir uygulama olduğunu beyan etmiştir. Katliamı kimin gerçekleştirdiğinin bizim nezdimizde hiçbir önemi olmasa da, Bakan Eker, itlaf konusunda kendi Bakanlığının yetkili ve görevli olduğunu bile bile katliamın neden TSK tarafından gerçekleştirildiğini sorgulamamaktadır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı bürokratları ile yaptığımız görüşmeler de son derece ciddiyetsiz geçmiş, kasıtlı ve sistematik olan bu katliamın üstü, ilgili bakanlıklar tarafından kapatılmak istenmiş ve istenmektedir.
Bölge halklarıyla birlikte hayvanlar da savaş, soykırım ve katliam politikalarından nasibini almaktadır. On yıllarca sınır bölgelerindeki mayınları temizlemeye sürülerek katledilen hayvanlar, “barış” günlerinde de sınır ticaretinde kullanılarak sömürülmektedir.
Kana bulanmış bir coğrafyada, tahakküm ilişkilerinin en altında kalan, yaşam hakkı yük ve mal taşıma işleviyle sınırlandırılmış bu hayvanlar, bölgede on yıllardır devam eden savaşın ismi anılmayan kurbanlarıdır. Bombalanan dağlarda ve köylerde binlerce insanla birlikte, sayısını dahi bilmediğimiz yabanî-evcil hayvan ve ekolojik bir toplumsal dönüşüm ile barışın yegane unsuru olacak olan doğa da katledilmektedir.
Bu nedenle, barışın ve adaletin öncelikli amaç olduğu her türlü siyaset; öncelikle katliamın, sömürünün ve tahakkümün en yaygın ve en acımasız biçimde uygulandığı isimsiz kurbanlar olan hayvanlara yer açmak , onların yaşam hakkını savunmak ve onları sömürmekten vazgeçmek zorundadır. Toplumsal şiddete, savaşa ve devlet terörüne karşı örgütlenen tüm siyasi yapıları,
başta tür ve ırk olmak üzere hiçbir ayrım yapmayan bir muhalefet örgütlemeye; toplumsal dönüşüm tahayyüllerinde hayvanlara yalnızca mülkiyet ilişkileri bağlamında ve ekonomik değerleri üzerinden değil, müzakereye tâbi olmayan yaşam haklarıyla birlikte yer açmaya çağırıyoruz. Tahakküm ilişkilerine karşı bütünlüklü bir muhalefet perspektifini benimsemeyen, hayvanları doğuştan gelen canlı olma vasıfları ve yaşam hakları ile değil mal olarak tanımlayan, onları gözden çıkarılabilir ve yaşamı ikincil gören, ölümü “zaiyat" olarak tanımlayan, yaklaşım, görüş ve haberleri kınıyoruz.
Türkiye, hem insanlar hem de hayvanlar için can güvenliğinin ortadan kalktığı bir coğrafya haline getirilmiştir. Son derece keyfî uygulamalara hukukî dayanak sunan yasal düzenlemeler ve de resmî otoritelere ve güvenlik güçlerine verilen sonsuz yetkiler, Türkiye’yi tam anlamıyla bir katliam diyarı hâline getirmiştir. “Kaçakçılık” bahane gösterilerek insanların, hayvanların başına bombalar yağdırılmakta, düşman hukukuyla hız verilen bu uygulamaların adına “iç güvenlik” tedbiri denmektedir. Şiddetin bizzat devlet eliyle tırmandırıldığı, katliamların giderek daha yasal, kılıfına uygun hale getirildiği, türlü zorbalığın uygulandığı Türkiye’de, ölümlerin gündelikleşmesiyle, kamuoyu tarafından, katledilenler arasında tür, etnik kimlik, ırk, sınıf ayrımcılığına dayanan hiyerarşik bir değer sıralaması yapılmasından endişe duyduğumuzu ifade ediyoruz. Roboskî’de TSK'nin katlettiği her katır, Türkiye’de yaşam, umut, barış ve adaletin katledilmesi demektir. Üzerlerine açılan ateş sonucunda yaralanan onlarca katır için, mevzuat nezdinde “güçten düşmüş” olarak tanımlanmasına ve bu hayvanlara bakmakla yükümlü olmasına rağmen ısrarla harekete geçmeyen devlet de bu vurdumduymazlığı ile asıl niyetini ortaya koymaktadır.
Çok ciddi bir hayvan hakları ihlâli olan ve yaşama karşı işlenen bu katliam karşısında, devletin tüm kurumları ve birçok hayvan hakları kuruluşu da sessiz kalarak Roboskî'de hayvanlara yaşatılanları görmezden gelmeyi seçmiştir. Şırnak Valisi Ali İhsan Su ise 24. dönem milletvekili Melda Onur'a "katırların vurulup öldürülmediğini, ancak silah sesinden korkup, uçurumdan düştüklerini" söylemiş ancak Orman ve Su İşleri Bakanlığı, katırların ateşli silahla vurulduğunu açıklamış, başvurumuza istinaden gönderdiği yazılı cevabında devletin valisini yalanlamıştır.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kanalı ile yaptığımız suç duyurusunda, birçok katırı, görev ve yetkisinde olmadığı hâlde, kanun ve nizama aykırı olduğunu bilerek öldüren ve yaralayan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin askerî personelinin yargılanmasını talep ettik. Gerek suçu doğrudan işleyen gerekse emir ve talimat vererek suçun işlenmesini sağlayan kişilerin tamamının tespit edilerek, görevi kötüye kullanma, kamu görevinin usulsüz olarak üstlenilmesi, kişilerin malları üzerinden usulsüz tasarrufta bulunulması, kamu görevine ait araç ve gereçlerin suçta kullanılması suçlarından cezalandırılmalarını istedik. Şırnak Valiliği, Şırnak İl Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü, Uludere İlçe Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü, Şırnak İl Orman ve Su İşleri Müdürlüğü'nün idarî personeli ve Şırnak Belediyesi'nin yetkilileri hakkında da görevi kötüye kullanma, kamu görevinin terki veya yapılmaması suçlarından ayrı ayrı yargılanarak cezalandırılmasını istemiştik. Bu konudaki soruşturmada en ufak bir gelişme dahi olmazken ısrarlı ve kararlı bir şekilde katır katliamlarının devam etmesini kınıyoruz.
Canlıların üzerine hiç düşünülmeden bomba yağdırılmasını, kurşun sıkılmasını sağlayan yasaların varlığı, tüm bu yapılanların meşru ve doğru olduğunu göstermez. Yirminci yüzyılın soykırımları, katliamın yasal ve hatta neredeyse gözler önünde yapıldığı, çarpıcı örneklerle doludur. Gerek coğrafî gerekse sosyo-ekonomik koşullar nedeniyle bölgede, sınır ticaretinden başka hiçbir geçim kaynağı olmayan, devletin resmî politikası haline gelmiş işsizlikle, yoksulluk ve savaşla, baskı altında tutulan bölge halklarından, örgütlülüklerinin, devlet terörüne karşı duruşlarının ve barış taleplerinin intikamı alınmaktadır. Devletin, şiddetin bir gün bile durmasına izin vermediği coğrafyada, toplumsal barışı talep eden bölge halklarının canına devlet tarafından kastedilmekte, katledilen insanlara "kan parası" gibi bedeller biçilmekte, katliamların sorumluları ödüllendirilerek halkların adalete olan inancı taammüden sarsılmaktadır.
Tüm bu katliamlar yetmezmiş gibi, Roboskî katliamının aydınlatılması için hak mücadelesi veren aktivistler, katliamda akrabalarını, yakınlarını kaybeden aileler, adlî soruşturmalarla, keyfî gözaltılarla sindirilmek istenmektedir. Büyük acılara sebep olan katliamdan beri, Roboskî asker ablukası altında tutulmakta, gündelik yaşam sekteye uğratılmaktadır.
Devletin ana akım medya başta olmak üzere tüm propaganda araçlarıyla hafızasızlaştırdığı, iktidarın kendi suretinde yarattığı bu katliamları, kanıksamış toplum imgesinin aksine, bizler unutmuyoruz. Roboskî katliamını da, dönemin İçişleri Bakanı’nca “hata” olarak tanımlanan ve altı aylık Solin bebeğin pek çok kardeşi ve komşusuyla birlikte öldürüldüğü Ranya katliamını da; Türkiye’nin sebep olduğu diğer katliamları da unutmadık, unutmayacağız. İnsanlara, hayvanlara bomba yağdırılırken operasyonları yönetenler hâlâ görev başında, yetki sahibi ve iktidarda olduğu sürece barış ve adaletin mümkün olmadığını biliyoruz.
Canlılara bomba yağdıran, kurşun sıkan, cenazelere, insanların kutsal saydığı mekânlara saldıran, mezarlıkları talan eden, demokratikleşme hamleleri adı altında kamuoyu gündemini meşgul ederken her türlü hukuksuzluğu meşru kılan, kan üzerinden siyaset yapan iktidar düzenine karşı, Roboskîli katırların ve insanların yanında olduğumuzu bir kez daha belirtiyoruz. Orada hiç olmamaları ve var oluştan gelen hakları ile özgürce yaşamaları gerekirken, sınır ticaretinde, silahların, bombaların, mayınların gölgesinde insanlarca sömürülen katırların katledilmesinde devleti, hükûmeti ve TSK'yi sorumlu tuttuğumuzu belirtmek istiyoruz.
Adaletin, barışın, eşitliğin, özgürlüğün yeşermediği yerde, iç güvenlik, terörle mücadele, sınır yönetimi adı verilen faşizan uygulamalar yasallaşırken kanunun dışına itilen halkların, hayvanların, ormanın, en masum ve savunmasızların kanının durmayacağını bir kez daha hatırlatıyoruz.
İnsan-hayvan demeden yaşama karşı suç işleyen, halklar arasında nefreti körükleyen devlet politikalarına, katliamlara karşı hak ve özgürlüklere duyarlı tüm kesimleri dayanışmayı büyütmeye; katliamları, sınırları değil, tür, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim ayrımı yapmadan yaşamı savunmaya çağırıyoruz.
Adalet yoksa barış da yok!
Hayvana, insana, yeryüzüne özgürlük!
Burak Özgüner'in Vicdanî Ret Açıklaması
3 Temmuz 2015, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi
Uzun yıllardır, hayvanları da doğayı da insanları da öğüten, öğütmekte hiçbir sakınca görmeden, adaletsizliği birer karakteristik haline getirmiş olan "malûm" sistemin ve uygarlığın modern bir ürünü olan devletin, ordunun askeri olmayacağımı açıklamak istiyordum. "Kısmet" ne yazık ki bugüneymiş: Her devlette olduğu gibi, sınırları kanla ve katliamla çizilmiş olan bu ülkede, hayvanlar için 20 yıldır mücadele veren bir insan olarak vicdanî reddimi açıklıyorum. Şırnak, Roboskî'de bitmek bilmeyen katır katliamının son furyası olan 30 Haziran'daki gözü dönmüş Türk Silahlı Kuvvetleri'nin saldırısından sonra, her devlet ve ordu gibi katil olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ve onun katliam emirlerini uygulayan TSK'nin hiçbir şekilde parçası olmayacağım. Masum hayvanları kurşunlayan, dağlarda, ormanlarda gezen yaban hayvanlarının tepesine bomba yağdıran tüm ordulara lanet okuyorum!
Militarist bir ülke olan; okulundan ailesine, iş hayatından toplumdaki gündelik yaşantısına kadar tektipleştirilmek istenen Türkiye'de ve hiçbir ülkede, hiçbir kademede emir-komuta zincirine dahil olup üniforma giymeyeceğim ve elime silah almayacağım. Çünkü biliyorum ki üniforma giydiğimde, bundan tam 1284 gün önce olduğu gibi, Roboskî'de 34 insanı ve 59 katırı katletmek için ya da sırf bir komutanı rahatsız ettiği için, kışlanın etrafındaki köpekleri öldürmek için emir alabilirim. Bizzat TSK tarafından yıllar boyunca bombalanan dağlarda, yakılan ormanlarda, hiçbir şeyden habersiz hayvanların katili olabilirim. Kışlada "şakalaşırken" arkadaş kurbanı olabilirim ya da ana akım medyada sık sık haberlerini duyduğumuz gibi, her an "eğitim zaiyatı" olabilirim. Sizler bir gazete haberinden "intihar ettiğimi" okuyabilirsiniz. Ya da en basitinden askerdeyken "kaybolmuş" olabilirim. "Kaybolmak" demişken kendisinden 23 günden beri haber alınamayan er Osman Karadeniz nerede?
Son 27 senede, devletin "güvenlik" gücü olarak tanımlanan birliklerce katledilen 489 çocuğun katlinden hiçbir rahatsızlık duymayan çocuk katillerinin, "hata" yapıp canlılara bomba yağdırdıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edenlerin sırtını sıvazlayarak terfi ettiren eli silahlı, bombalı, geçmişinde asit kuyuları olan bir kurumun parçası olmak, emri altına girmek istemiyorum.
Canı olmayan camı kırmayı şiddet olarak tanımlarken, canı olanı kırmayı, imha etmeyi şiddet olarak tanımlamayan, kendine göre suç tanımları uydurup adaleti hiçbir şekilde sağlayamayacağı ortada olan yasaları çıkartıp insan-hayvan-doğa demeden, tüm yaşam üzerinde her türlü tahakkümü bizzat kuran ve güçlendiren, devletin ikiyüzlü adaletine de düzen sağlayıcılığına da inanmıyorum. Devletin düzen, otorite ve hatta Türkiye’de çoğu zaman “adalet” adına topluma yaptığı müdahaleleri tehlikeli buluyorum ve benim için tek düzenin anarşi olduğunu söylüyorum. Kendini ayakta tutmak, kendini güçlendiren endüstriyi korumak için her türlü zulmü her türlü canlıya reva gören devletin ölüm ve infaz kararlarını, kötücül yargı kararlarını uygulamak için her daim hazır bekleyen bir ordunun, ne içeride ne de dışarıda bir parçası olmak istiyorum.
Yasalar dahilinde, hayvanları, hayvanat bahçesine kapatıp insana seyirlik malzeme yapıp ölene kadar esaret altında tutmakta; deneylerde işkence ile sömürmekte ve katletmekte; ticarî kaygılarla okyanus ötesi mesafelerden avlayıp küçücük havuzlara tıkmakta; insanın kan görme arzusu ve zevki uğruna türlü hileler ile ve ihaleler açarak avlatmakta; bir "tecavüz" metodu ile sürekli üretip cehennemi andıran entegre çiftliklere kapatıp sömürdükten sonra mezbahalarda gırtlaklattırmakta ve hayvanların, işkence ile öğretilen doğal olmayan hareketlerini eğlence diye pazarlatmakta; dirisinden ölüsüne kadar her şekilde paraya çevrilmesinde hiçbir sakınca görmeyen devletler, kirli işlerini ordularına yaptırıyor. Kapalı kapılar ardında başka devletlerle, şirketlerle gizli gizli yaptıkları kirli pazarlıklarını uygulatmak için silahlı kuvvetlerini, ordularını öne sürüyor.
Hâl böyleyken, sadece bana ait olan bedenimi ne Türk varlığına ne de başka bir ulusun varlığına armağan edeceğim. Artık gerçekten kokuşmuş bu düzenin karşısında, bir anarşist ve hayvan özgürlükçüsü olarak, tahakküm ilişkilerini ve şiddeti mümkün olduğunca kendimden uzak tutmaya çalışarak yaşadığım bu hayatı, kimseden emir almadan, hiçbir otoriteye itaat etmeden, kimseyi öldürmeden yaşamak istiyorum. İnsanı canından usandıran militarizm; tektipleştirme, itaati dayatan ordular, "millî savunma", "savaş", "terörle mücadele" gibi gerekçelerle dünyanın en büyük ve kanlı endüstrisi olan silah endüstrisini beslemekte. Bu endüstri ürettiği silahlarla, yok etme projeleriyle ve uyguladığı deneylerle milyonlarca canlının yaşamına kastetmektedir. Silah endüstrisi için yapılan laboratuvar deneylerinde ise kaç milyon hayvanın can verdiği bilinmiyor bile; çünkü "millî güvenlik", "devlet sırrı" kelimelerini ağzımıza bile alamıyoruz. Silah endüstrisinin kardeşi olan, devletin mevzuatıyla onaylanan ve devlete kaynak sağlayan avcılığın sebep olduğu sonsuz bucaksız soykırımdan ise bahsetmeyeceğim...
Mevzunun özeti; çocukluğumuzdan bu yana kutsal, dokunulmaz, eleştirilemez ve koşulsuz biat edilmesi gereken bir varlıkmış gibi öğretilen ama büyüdükçe hiç de öyle olmadığını gördüğümüz devlete de ordusuna da verecek ne canım ne de zamanım var. Kısacası, devlete diyeceğim odur ki: Zorlamayın, dayatmayın! Çünkü zorla, insan ikna edilmez! Düşün insanların da hayvanların da doğanın da yakasından... Bir "savaş" vereceksem o da hayvanları ve doğayı daha çok özgürlüğe, kurtuluşa yaklaştırmak için olabilir, bu mücadelede yaşama düşman olan devlet de ordu da benim tarafımda yer almıyor. Dolayısıyla benim, o ya da bu şekilde, bahsettiğim kurumsal otoritelerin bir parçası olmam da mümkün değil.
Belki sayımız çok değil, devlet ya da benzeri organizasyonlar kadar -ki hiç istemem, korkarım bundan- örgütlü değiliz, imkânımız yok belki ama hayvanlar, insanlar ve doğa için yani istisnasız herkes için topyekûn özgürlük isteyenler olarak, "bulunduğumuz yerden dünyayı değiştirmeye devam edeceğiz", reddedişimiz, neşemiz, öfkemiz ile…
Bu naçizane reddiye ile, 2012'de kaybettiğimiz Türkiye'nin ilk vicdanî retçisi, anarşist yoldaşım ve arkadaşım Tayfun Gönül'ü, geçen sene kaybettiğimiz anarşist yoldaşım, dostum Kerem Kamil Koç'u, Batman'ın Gümüşgörü Jandarma Karakolu'nda askerliğini yaparken nefret cinayetine kurban giden Sevag Balıkçı'yı, kışla cinayetine kurban giden ve başta TSK'nin ve tüm orduların canını aldığı bütün hayvanları, ağaçları ve insanları anıyor, dünyanın dört bir tarafında hayvanların ve doğanın kurtuluşu için yüreği çarpan, tutsak edilen tüm yoldaşlarıma selam gönderiyorum.
Son olarak bir klasik: Öldürmeyeceğim, ölmeyeceğim, kimsenin askeri olmayacağım!
Barış B. Atal'ın Vicdanî Ret Açıklaması
3 Temmuz 2015, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi
Neşe D. Akbaş'ın Vicdanî Ret Açıklaması
3 Temmuz 2015, Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi
Hayvanların ve doğanın her tür tahakküm, şiddet ve sömürünün en korkuncuna maruz bırakılmasını meşrulastıran başta insan merkezci ve türcü soylemler olmak üzere ırkçı, cinsiyetçi ve her tür ayrımcı söylemin uygulayıcı kurumları ve zihniyetiyle hiçbir zaman uzlaşamayacağımızı ve dolayısıyla devletlerin yaşama düşman, şiddeti besleyen militarist dayatmaları karşısında vicdanî reddimi açıkladığımı bildiriyorum.