31 Ekim 2010 Pazar

Çevreciler SİT Yasa Taslağına Karşı Eyleme Hazırlanıyor

SİT alanı ilan etme yetkisinin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'ndan alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı'na devredilmesini öngören yasa taslağı nedeniyle çavreciler kitlesel eylemlere hazırlanıyor.

SİT alanı ilan etme yetkisinin Kültür Bakanlığı'na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun elinden alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak bir komisyona devredilmesini öngören yasa taslağı çevrecileri endişelere sevk etti. Çevre gönüllüleri, taslağın geçmesiyle birlikte SİT alanları ve değerli doğa varlıklarına başta HES'ler olmak üzere zarar verecek tüm faaliyetlerin önünün açılacağını düşünürken, buna karşı çıkmak için kitlesel eylemlere hazırlanıyor.

İkizdere Vadisi'nin SİT alanı ilan edilmesinin ardından Meclis'te görüşülecek bir tasarı Türkiye'nin en çok konuşulan konusu haline geldi. Yeni Tabiatı Koruma Kanunu, Çevre Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak 20 kişilik bir kurula bugüne kadar doğal SİT alanı ilan edilen tüm yerlerin durumunu yeniden gözden geçirme ve bu statülerini ortadan kaldırma yetkisi veriyor. Çevre Bakanlığı Müsteşarı'nın başkanlık edeceği kurulda, bakanlığın belirlediği 2 sivil toplum kuruluşu üyesi, bakanlık bürokratları ve 4 akademisyen bulunacak. Taslağa ilişkin değerlendirmede bulunan çevreciler endişelerini dile getirdi.

'HÜKÜMET GÜDÜMLÜ BİR KURUM YARATACAK'

TMMOB Enerji Komisyonu Başkanı Cengiz Göltaş, Çevre Bakanlığı'nın çevreyle ilgili sorunlara karşı ve taleplere karşı kapalı olduğunu belirterek, bakanlığın işlerliğini yitirdiğine dikkat çekti. Göltaş, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun HES'lere karşı çıkmayı cinnet olarak değerlendirmesini dünyada eşi benzeri olmayan bir tepki olduğunu ifade etti. Söz konusu yasa tasarısı ile sit alanı olarak ilan edilen yerlerin hülle yöntemiyle tekrar alınmaya çalışıldığına dikkat çeken Göltaş, Türkiye'nin doğal güzelliklerinin ve sularının kuralsız bir şekilde piyasalaştırıldığını ifade etti. Göltaş, çevre gönüllüleri olarak konuyla ilgili yargı sürecini ısrarla takip edeceklerini belirterek, "Yargı da referandum sonrasında denetim altına alındı. Bu nedenle yargıdan sonuç almak da güçleşecek" diye konuştu. EMO Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ramazan Pektaş ise tasarıyı İkizdere'nin intikam hazırlığı olarak değerlendirdi. Pektaş, oluşturulacak komisyonla hükümetin güdümlü bir kurum yaratmak istediğini ifade etti.

'YARGI YOLU DA TÜKENECEK'

Munzur Çevre Girişimi Üyesi Murat Işık, HES'lerin toplumsal muhalefet ve yargı kararlarıyla yavaş yavaş durdurulmaya başlandığını hatırlatarak, hükümetin bu duruma karşı önlem almak için SİT alanlarını Çevre Bakanlığı'na bağlı bir kurula devretmeye çalıştığını vurguladı. SİT alanı ilan edilen alanların tekrar gündeme geleceğini hatırlatan Işık, sit alanı olma özelliği kaldırılan alanlar için yargı yolunun da tükeneceğine dikkat çekti. Hükümetin HES projelerine yatırım yapan uluslararası şirketler için düzenleme yaptığına dikkat çeken Işık, "Enerji yatırımı yapmak için sahalar alan şirketler, uluslararası finans kurumlarından krediler alıyorlar ve bu krediler farklı alanlarda kullanılıyor. Bu süreç de sermaye dolaşımının önünü açacak. Bu alanlarda yapılacak HES'lerin doğanın tahrip edilmesine değecek bir getirisi yok" diye konuştu.

'ÇEVRE MÜCADELESİNE VURULAN SON DARBE'

Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan ise, bu tasarıyı, doğal yaşam mücadelesine yönelik saldırıların son ve doruk noktası olarak değerlendirdiklerini ifade etti. Bu tasarının bilimsellik dışı olduğunu belirten Şan, HES'lere ve doğal yaşam alanlarının yok edilmesine karşı verilen mücadeleyi bir çırpıda yok edecek bir tasarı olduğunu ifade etti. Şan, sit alanlarının emperyalist rant hesaplarına açılmak istendiğinin altını çizerek, "Tabiat varlıkları diye söz edilen değerlerimizin bakanlığın kontrolü altına bırakılması endişe verici bir durum" diye konuştu. Şan, asıl kuruluş amacı doğayı, doğal varlıkları ve çevreyi koruyup, kollamak ve geliştirmek olan Çevre ve Orman Bakanlığı'nın HES projeleri için zaman zaman Enerji Bakanlığı'nın ve Maliye Bakanlığı gibi çalıştığını ifade etti. Şan, bakanlığın doğal alanların tahrip edenlerin hamiliğini yaptığını vurgulayarak, "Böyle bir bakanlığın bu şekilde önemli bir koruma özelliğine sahip alanları devralarak yeniden gözden geçirmesi yasalara ve dünya çevre literatürüne ters düşen bir yaklaşım olacaktır.

'BAKAN 1 SAATİNİ AYIRARAK KATLETTİĞİ YERLERİ GÖRSÜN'

Tasarının yasalaşmaması için milletvekilleri ve partiler ile görüşeceklerini, çözüm olmadığı takdirde Anayasa Mahkemesi'ne başvuracaklarını, kitlesel eylemler yapmayı planladıklarını dile getiren Şan, kitlesel eylemleri Meclis'e taşıyacaklarını, İstanbul, İzmir ve Ankara'da eylemler yapacaklarını ve gerektiğinde de eylemlerini Avrupa'da bir merkeze taşıyacaklarını ifade etti. Şan, bu eylemlerde bugüne kadar alınan yürütmeyi durdurma kararlarının bir an önce uygulanması ve tüm HES projelerinin durdurularak, üretim lisanslarının iptal edilmesini talep edeceklerini vurguladı. Şan, Bakan Eroğlu'nun HES'lere karşı çıkmayı cinnet olarak nitelendirmesine de bir yanıt vererek, "Bakan profesör ama konuşmasını bilmiyor. Yargı kararlarını değerlendirmeden bizi bazı lobicilerden destek alıyormuş gibi göstererek kendi hamiliğini gizliyor. 80 bilişenimizle belirttik hiçbir lobi bağlantısı ve destek almadan kendi çabalarımız doğrultusunda bağımsız bir halk hareketi olarak doğal yaşam alanlarımız için mücadele ediyoruz. Sadece çevre mücadelesi vermiyoruz aynı zamanda yaşam mücadelesi veriyoruz." dedi. Bakan'ın kendisini dünyanın en çevreci bakanı olarak nitelendirmesini de değerlendiren Şan, "Madem çevreci bizimle birlikte 1 saatini ayırarak nereleri katlettiğini göstermek istiyoruz. Bir HES'e milyonlarca dolar harcayarak yatırım yapıyoruz diyoruz. HES'in yok ettiği endemik türlerden birini kaç milyon dolarla geri getirecek. Sularımız bu projelerle birlikte açılan yüzlerce kilometrelik hapsediliyor ve suya erişim hakkı engellenmiş oluyor" dedi.

'TASARI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERE AYKIRI'

Doğa Derneği Başkanı Güven Eken de, konuya ilişkin bir açıklama yaparak, tasarının Meclis'ten geçmesiyle Türkiye'de tek bir korunan alan kalmayacağına işaret etti. Tasarının doğanın gördüğü en karanlık kanun tasarısı olduğunu ifade eden Eken, tasarının Türkiye'nin imzaladığı hiçbir uluslararası anlaşmaya uymadığını, tasarının Türkiye'nin taraf olduğu Bern Sözleşmesi ve AB ilkelerine aykırı olduğunu hatırlattı. Tasarının bugüne kadar doğa adına elde edilen bütün kazanımların çöpe gitmesi anlamına geldiğini belirten Eken, "Bir başka deyişle tasarı aynı zamanda devlette devamlılığı ortadan kaldırıyor. Bundan sonra her gelen kendi oluşturacağı kurullara göre geçmişte alınan kararları yok sayıp kendi istediği kararları alarak uygulayabilir. Bu tasarı AB müzakerelerini durdurabilecek kadar ciddi bir yanlıştır" diye konuştu.

'AKP İNTİKAM ALIYOR'

TBMM Çevre Komisyonu Üyesi CHP Kırklareli Milletvekili Tansel Barış, tasarının İkizdere'nin sit alanı ilan edilmesinden kaynaklandığını belirterek, 22 HES projesinin gündemden düştüğünü ve AKP'nin bu nedenle intikam alır gibi böyle bir yasa teklifine gittiğini söyledi. Bu durumun Türkiye'yi kaosa sürükleyeceğine işaret eden Barış, Meclis komisyonlarında ve Genel Kurul'da bunu engellemeye çalışacaklarını ifade etti. Komisyon Üyesi BDP Iğdır Milletvekili Pervin Buldan ise, AKP'nin çevre gönüllülerinin ve toplumsal muhalafeti dikkate almadığını belirterek, konuyu gündemine alarak, gerektiği gibi muhalefet yapacağını dile getirdi.

'DOĞA SEVENLERİN İÇİ RAHAT OLSUN'

Öte yandan yine Meclis Çevre Komisyonu üyesi olan AKP Urfa Milletvekili Ramazan Başak, bu kararın, doğa varlıklarının korunması ve hizmetlerin işlemesi açısından doğru olduğunu ifade etti. Bazı çevrelerin madalyonun sadece bir tarafını gördüğünü belirten Başak, bu kararın suistimalleri engellemek amacıyla alındığını ifade etti. Başak, bu değişiklikle çevrenin ve doğal varlıkların asla zarar görmeyeceğini öne sürerek, "Bu kurulun içinden ormanı, doğayı ve çevreyi seven değerli arkadaşlarımızın olduğuna inanıyorum. Devlet içerisinde benzer değişiklikler yapılır. Kültür Bakanlığı'na bağlı olan varlıkları bırakılıyor zaten" dedi. Başak, bu yasa teklifinin İkizdere'nin sit alanı ilan edilmesiyle ilgisi olmadığını savunarak, bu konuda ideolojik davranmadıkların ifade etti. Endişe edecek bir durum olmadığını düşünen Başak, "Bu alanları kurumlara, devletin ve insanların çıkarlarına bağlamıyoruz. Alıp da bir şahsa bağlamıyoruz. Devletin en başarılı bakanlıklardan birine bağlıyoruz. Doğayı sevenlerin içi rahat olsun" dedi.

Kaynak: DİHA

Alageyik ve Dağ Ceylanı Yok Olma Tehdidinde

Aksaray Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Tolga Kankılıç, varlıkları küresel ölçekte tehdit oluşturmayan türlerin Türkiye'de bölgesel ölçekte yok olma tehdidi ile karşı karşıya olduğunu bildirdi.

ODTÜ Biyoloji ve Genetik Topluluğu, 2010 yılının Birleşmiş Milletler tarafından ''Biyoçeşitlilik Yılı'' olarak belirlenmesi etkinlikleri kapsamında ''Biyoçeşitlilik 2010: Tüm Çeşitliliğiyle Yaşam'' konulu konferans düzenlendi.

Konferansta ''Türkiye'de Yaşayan Memeli Hayvanlar ve Biyoçeşitliliği'' başlıklı konuşma yapan Yrd. Doç. Dr. Tolga Kankılıç, Avrupa ve Asya arasında doğal bir köprü olan Türkiye'nin tarihsel süreçte çok sayıda memeli türüne ev sahipliği yaptığını ifade etti.

Jeolojik devirler boyunca çoğu türün sığınma yeri olan Anadolu'nun ayrıca pek çok türün de gen merkezi olduğunu anlatan Kankılıç, dünyada yaklaşık 5 bin 487 memeli türünün yaşadığını, bunların yüzde 3'ünün de Türkiye'de bulunduğunu aktardı.

19. yüzyılda Türkiye'de en az dört memeli türü olan Kunduz, Asya Aslanı, Çita, ve Sığın'ın yok olduğunu, bu tarihten sonra da pek çok türün yok olma tehdidi ile karşı karşıya kaldığını belirten Kankılıç, ''Büyük memeli türlerinin çoğunluğu son yüzyıl içerisinde, dikkati çekmeyen bir çok küçük memeli türü de son 50 yıl içerisinde yok olma tehdidi altına girmiştir'' diye konuştu.

Kankılıç, ''Silifke dikenli faresi'', ''heybeli sıçan'', ''hasancık'', ''bahçe uyuru'', ''oklu kirpi'', ''tarla sincabı'' gibi endemik türlerin son 20 yıl içerisinde habitat bozulmasından dolayı yok olma tehlikesi altına girdiklerini, ayrıca ''çengel boynuzlu dağ keçisi'', ''alageyik'', ''mısır meyve yarasası'', ''dağ ceylanı'' gibi türlerin varlıklarının küresel ölçekte tehdit oluşturmamasına rağmen Türkiye'de bölgesel ölçekte yok olma tehdidi ile karşı karşıya olduğunu bildirdi.

ODTÜ Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aykut Kence de konuşmasında, Türkiye'nin Avrupa'nın 14'te biri oranında yüzölçüme sahip olmasına karşın kıtada bulunan memeli türlerinin 3'te 2'sini barındırdığını ifade etti.

Anadolu'da çok büyük bitki zenginliğinin bulunduğuna işaret eden Kence, Anadolu'da incirin 286, armudun 253, kirazın 134, cevizin 91 ve narın 64 çeşidinin bulunduğunu anlattı.

Türkiye'de yaşayan türlerin sayısının 150 binle 208 bin arasında olduğunun tahmin edildiğini anlatan Kence, ancak son dönemde pek çok türün sanayileşme, tarımsal kirlenme, kontrolsüz avlanma gibi sebeplerle tehdit altında olduğunu bildirdi.

"Doğanın en büyük düşmanı insan"

Son 50 yılda dünyadaki insan nüfusunun 2'ye katlandığını dile getiren Kence, ''Doğanın en büyük düşmanı insan varlığı. Yaşam tarihinde hiçbir dönemde insan dışında hiçbir canlı türü, diğer canlı türlerinin yaşam alanlarını daraltarak biyoçeşitlilik üzerinde bu denli etkili olmamıştır. İnsan faktörü nedeniyle kaybolan türlerin yerine getirilmesi hemen hemen imkansızdır'' dedi.

Günümüzde gözlenen tür kayıplarının doğal kayıp hızının bin ile 10 bin katı dolayında olduğunu bildiren Kence, ''Dünya üzerindeki tür sayısı 2 milyonsa her yıl 200 ile 2 bin, 100 milyonsa her yıl 10 bin ile 100 bin arasındaki tür yok olacak demektir. Soyu tükenen hayvanlar arasında kuşlar ve memeliler ilk sırayı almaktadır. Bu nedenle bir an önce koruma biyolojisi planlarına insan dahil edilmelidir'' diye konuştu.

"Canlı hayvan ithalatı genetik çeşitliliği yok ediyor"

Prof. Dr. Kence, ''canlı hayvan ithalinin yapılmasına'' ilişkin bir soruyu yanıtlarken de, ''Yurt dışından ithal hayvanların ülkeye getirilmesi çok yanlış. Çünkü yüksek verim elde etmek istiyorlar. Yurt dışından bal arısı ırkları ya da sığır ırkları getiriliyor. Hayvan ırklarının bulunduğu yerde, yani ülkemizde ıslah etme yerine yabancı ülkelerden ırklar getirilerek kolay yönden hazıra konuluyor. Bu da ülkenin genetik çeşitliliğini büyük ölçüde yok ediyor'' dedi.

Kence, yurt dışından benzer şekilde hazır bitki tohumlarının getirilmesinin de bitki çeşitliliği üzerinde olumsuz etki yarattığını söyledi.

Kaynak: AA

Doğanın Gördüğü En Karanlık Tasarı

SİT alanı ilan etme yetkisinin Kültür Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun elinden alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak bir komisyona devredilmesini öngören yasa taslağının doğanın gördüğü en karanlık tasarı olduğu belirtiliyor.

TMMOB Enerji Komisyonu Başkanı Cengiz Göltaş, Çevre Bakanlığı’nın çevreyle ilgili sorunlara karşı ve taleplere karşı kapalı olduğunu belirtti. Yasa tasarısı ile SİT alanı olarak ilan edilen yerlerin hülle yöntemiyle tekrar alınmaya çalışıldığına dikkat çeken Göltaş, Türkiye’nin doğal güzelliklerinin ve sularının kuralsız bir şekilde piyasalaştırıldığını ifade etti. EMO Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ramazan Pektaş ise tasarıyı İkizdere’nin intikam hazırlığı olarak değerlendirdi. Pektaş, oluşturulacak komisyonla hükümetin güdümlü bir kurum yaratmak istediğini ifade etti.

Munzur Çevre Girişimi Üyesi Murat Işık, Hükümetin HES projelerine yatırım yapan uluslararası şirketler için düzenleme yaptığına dikkat çekti.

Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan ise, bu tasarıyı, doğal yaşam mücadelesine yönelik saldırıların son ve doruk noktası olarak değerlendirdiklerini ifade etti. Şan, bakanlığın doğal alanların tahrip edenlerin hamiliğini yaptığını vurguladı.

Tasarının yasalaşmaması için milletvekilleri ve partiler ile görüşeceklerini, çözüm olmadığı takdirde Anayasa Mahkemesi’ne başvuracaklarını, kitlesel eylemler yapmayı planladıklarını dile getiren Şan, kitlesel eylemleri Meclis’e taşıyacaklarını, İstanbul, İzmir ve Ankara’da eylemler yapacaklarını ve gerektiğinde de eylemlerini Avrupa’da bir merkeze taşıyacaklarını ifade etti.

Doğa Derneği Başkanı Güven Eken de, konuya ilişkin bir açıklama yaparak, tasarının Meclis’ten geçmesiyle Türkiye’de tek bir korunan alan kalmayacağına işaret etti. Tasarının doğanın gördüğü en karanlık kanun tasarısı olduğunu ifade eden Eken, tasarının Türkiye’nin imzaladığı hiçbir uluslararası anlaşmaya uymadığını, tasarının Türkiye’nin taraf olduğu Bern Sözleşmesi ve AB ilkelerine aykırı olduğunu hatırlattı.

TBMM Çevre Komisyonu Üyesi CHP Kırklareli Milletvekili Tansel Barış, İkizdere’nin SİT alanı ilan edilmesiyle, 22 HES projesinin gündemden düştüğünü ve AKP’nin bu nedenle intikam alır gibi böyle bir yasa teklifine gittiğini söyledi.

Kaynak: DİHA

30 Ekim 2010 Cumartesi

Canlı Türlerinin Beşte Biri Yok Olabilir

25.000 canlı türünün beşte biri yok olma tehlikesi yaşıyor... Soyu tükenmeye yüz tutmuş hayvan ve bitkilerin oranı artıyor.

Ancak 2010 yılının 'Tehlike Altındaki Türlerin Kırmızı Listesi' kataloğunu yayınlayan araştırmacılara göre, koruma çabalarının etkili olduğu durumlar da var.

Bu senenin listesi, aynı zamanda insanlığın doğal dünyada yarattığı baskının da en kapsamlı kanıtı niteliğinde.

Liste, Japonya'da yapılan biyoçeşitlilik toplantısında açıklandı.

Listenin değerlendirdiği 25.000 türün beşte biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Bu türler arasında en kötü durumda olan hem karada hem suda yaşayan yüzergezerler, en iyi durumda olan ise kuşlar.

Ancak liste ilk defa koruma çabalarının küresel anlamda gözle görülür bir fark yarattığını da söylüyor.

Koruma çabalarına dahil olanlar ise bu deneyimden ders alınması gerektiğini ve sayıca azalan türlerin eski sağlıklarına kavuşması için çalışan programlara daha fazla fon sağlanması gerektiğini vurguluyor.

Birleşmiş Milletler'in 17 yıl önce kurulan Biyoçeşitlilik Konvansiyonu'nu da bunu hedefliyor.

BM Biyoçeşitlilik Konvansiyonu'nun Japonya'da yapılan toplantısı 18 Ekim tarihinde başlamıştı.

İki haftalık toplantının bitimine yaklaşılırken, hükümetler hala temel konular üzerinde fikir birliği sağlayabilmiş değil.

Tartışılan konuların başında Batı'nın ekosistemlerin ve türlerin korunması için ne kadar fon ayırması gerektiği geliyor.

Toplantıdan somut bir sonuç çıkmasının ise ancak görüşmelere sonradan katılan çevre bakanlarının getireceği yeni enerjiyle mümkün olacağı düşünülüyor.

Kaynak: ntvmsnbc

AKP Hükümeti'nin Tabiatı Bu İşte!

AKP Hükümeti’nin TBMM’ye getirdiği ve hukukçuların deyimi ile “jet hızıyla” geçirmeye çalıştığı, Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası, doğal varlıkları sermayenin talanına ve yağmasına açılmaya çalışılmasının son hamlesi olarak yorumlandı. Hukukçular tasarının yasalaşması halinde barajlar, HES’ler, madencilik gibi ekolojiyi bozan tesislerin ve faaliyetlerin önünün alınamayacağını, yaşam alanlarını korumanın daha da zorlaşacağı uyarısında bulundular.

YATIRIMCININ ÇIKARI KORUNACAK

Çevre Hukuku avukatlarından Arif Ali Cangı, yasa tasarısında Doğal SİT kavramından vazgeçildiğine dikkat çekerek, “Tabiat Varlıkları”nın tespiti, tescili, korunması görev yetkilerinin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan alınıp Çevre ve Orman Bakanlığı’na devredildiğini kaydetti. Cangı, bilimselliği ve özerkliği olan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları ise Kültür Varlıklarını Koruma Kuruluna dönüştürüldüğünün altını çizdi. Korunan alanların bakanlık ya da Bakanlar Kurulu tarafından belirleneceğini kaydeden Cangı, “Yani siyasi iktidarın ekonomik politikaları bir yerin korunması gerekip gerekmediğini belirleyecek. Tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına ilişkin kararları alması için 16’sı bürokrattan oluşan 20 kişilik Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu kuruluyor. Kurulun, bürokrat olmayan üyelerinin dışında kalan 4 akademisyen ile 2 STK temsilcisi Bakanlık tarafından belirleneceğinden, siyasi iktidara bağlı bir kurul olacağı ortada. Mahalli biyolojik çeşitlilik kurulları da aynı şekilde idarenin kontrolü altında olacaktır. Bu kurullarda DSİ ve Maden İşleri Genel Müdürlüğü temsilcilerinin yer alacak olması, korunacak değerin tabiat varlıkları değil yatırımcıların çıkarı olacağını gösteriyor” dedi.

YARGI KARARI İDARENİN TEKELİNE GEÇECEK

Yasa tasarısında bazı yerler için “mutlak koruma” getirileceğinin yazdığına vurgu yapan Cangı, “Ancak Bakanlar Kurulu bu mutlak koruma altındaki yerler için ‘üstün kamu yararı’ gözeterek tasarrufta bulunabilecek. ‘Üstün Kamu Yararı’ kavramı yargının verdiği kararlarla literatüre girdi. Şimdi Bakanlar Kurulu yargıya ait bir hakkı kendi neo liberal politikalarına uygun değerlendirebilecek. Yani yargının kararı idarenin tekeline geçecek. Bu yargısal denetimi bertaraf etmeye dönük bir yaklaşım” dedi.

Cangı, yasanın şu anda tescil edilmiş doğal SİT’ler ve tabiat varlıkları ile ilgili nasıl bir değişiklik getireceği sorusuna şu yanıtı verdi: “Bunlar Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu tarafından yeniden değerlendirilecek, ya bu kanundaki koruma statüsüne göre tescillenecek ya da mevcut statüleri kaldırılacaktır. Bunun anlamı pek çok doğal varlığın SİT olmaktan çıkartılacağıdır. Örneğin İkizdere için yeni verilen doğal SİT kararına ilişkin Çevre Bakanının tavrı göz önüne alındığında bu statüsünü koruma şansı görünmüyor.” Yasanın amacını “koruma kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirliği” sözcüklerinin anlattığını belirten Cangı, burada önceliğin doğal varlıkları koruma değil, kullanmaya verildiğini söyledi. “Allianoi’nin ‘koruma kullanma dengesi’ gözetilerek kumla örtülüp, suya gömülmesine karar verildiği unutulmamalıdır” diyen Cangı, “Önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlere girecek partilerin ve adayların bu tasarıya ilişkin görüşleri ekolojiye bakışlarını ve politikalarını belirleyecektir. Tasarı şimdi yasalaşmasın. Seçim döneminde tartışılsın” önerisinde bulundu.

MAJESTELERİNİN ÇEVRECİLERİ!

Ankara Barosu avukatlarından Emre Baturay Altınok, yasa tasarısının 2 yıldan fazladır gündemde olduğunu hatırlatarak, yasanın önce adının sonra da kapsamının değiştirildiğini belirtti. Tasarı ile Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı Kanunu ve Boğaziçi Kanunu hükümlerinin saklı tutulduğuna dikkat çeken Altınok, taslağı yasalaşması durumunda istisna olarak belirtilen iki kanun dışında kara, kıyı, sucul ve denizlerdeki tüm korunan alanlarının bu kanun hükmüne tabi olacağını kaydetti. Yasada tanımlanan Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu’nun tamamen siyasi odakların etkisi altında olacağını dile getiren Altınok, “Öyle ki Bakanlık Müsteşarının veya görevlendireceği Müsteşar Yardımcısının başkanlığında iş yürütecek. Bakanlıkça belirlenecek sivil toplum kuruluşlarının Bakanlık güdümünde ‘resmi çevreci’ dediğimiz cenahtan olması kesin gibi” diye konuştu. Maden Kanunu değişikliği sonrasında imtiyazlı yatırım haline gelen madenciliğin ve hidroelektrik santraller ile çevresel kıyıma izin veren DSİ’nin Kurul bünyesine alınarak karar verici konumuna sokulduğunun altını çizen Altınok, ”Bu durum, HES ve maden işlerinde yapılacak çalışmalarda koruma düşüncesinin ne derecede tartışılacağının sinyalini veriyor.

BİR ARAYA GELMELİYİZ

Avukat Yakup Şekip Okumuşoğulu da yasanın amacını ifade eden 1. maddedeki “koruma kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirliğine ilişkin usul ve esaslar” cümlesine dikkat çekerek, “Koruma kullanma ve sürdürülebilirlik bir arada olduğunda ne olduğunu sanırım hepimiz biliyoruz, bunun mücadelesini veriyoruz zaten. Tasarı bu hali ile yasalaşırsa ülkede doğal yaşam alanları Çevre Bakanının insafına kalmış olacak. Şimdi; Eğer hepimizin ortak derdi yaşam alanlarımız ise acilen bir araya gelmemiz gerekiyor” dedi.

İLK KURBAN İKİZDERE OLACAK

AVUKAT Emre Baturay Altınok da Arif Ali Cangı gibi yasanın geçmesinin ardından pek çok doğal varlığın SİT korumasından çıkartılacağı, ya da sermaye ve yatırım planlamalarına göre Bakanlığın kalkınma odaklı bakışı neticesinde koruma statülerinin dereceleri düşürüleceği görüşünde. Altınok, “Yasa ne tesadüftür ki İkizdere ile ilgili Trabzon Koruma Bölge Kurulunun verdiği SİT kararı sonrasında Bakanlığın bu karara dava açacağız açıklamasından sonra alelacele gündeme geldi ve Meclise sevk edildi. Kanun yasalaşırsa ilk kurbanlar İkizdere için verilen doğal SİT kararı ile zamanında Allianoi için verilen SİT kararları olacak. Halen Mahkemeler önünde bulunan uyuşmazlıklar konusuz kalacak ve de yatırımların önü açılacaktır” dedi. Altınok, “Yasanın son dönemlerde çevresel yıkımlara karşı seslerin hiç olmadığı kadar arttığı, kentsel ve kırsal temelli yerel/ulusal örgütlenmelerin bu denli yükseldiği, mücadelelerin hukuki kazanımlara yansıdığı bir dönemde idari dönüşümü sağlamak, mahkemelerce verilecek kararların önünü bir kez daha kesmek adına yapıldığı açıktır. Bu düzenlemenin son noktası idari usul kanunundaki yürütmenin durdurulması müessesesinin kaldırılması ve mahkeme kararlarının uygulanmamasının görevi ihmal suçu değil, idari para cezasına dahil edileceği bir kabahat olarak düzenleneceği taslaktır. Böylece AKP’nin ülkemizi ‘guguk’ devletine dönüştürme planlarında da son nokta konulacaktır” dedi. 5 Haziran 2011 genel seçimlerinin ekolojik mücadelenin de miladı olacağını ifade eden Altınok, “Çevre gününde çevresel yıkımın önüne kalın bir set koyabilmek mücadelemizin haklılığı ve yeni örgütlenmeler için önemli bir fırsatlar doğuracaktır” dedi.

Kaynak: Evrensel

29 Ekim 2010 Cuma

Ayrımcılık Başlığında "Kürt" Yok, "Doğu Kökenli Vatandaş" Var

Romanların, Alevilerin, eşcinsellerin ayrımcılığa uğradıkları şikayetleri Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu raporuna girdi. Ama Komisyon, "ayrımcılık" bölümünde Kürt yerine "Doğu kökenli" tanımı kullandı.

Semra PELEK

İstanbul - BİA Haber Merkezi

Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, Ekim 2009 ila Ekim 2010 dönemini kapsayan, bir yıllık faaliyet raporunun "ayrımcılık" başlıklı bölümünde Romanların, Alevilerin, eşcinsellerin şikâyetlerine yer verdi; Batı'da yatılı okullarda uğradıkları ayrımcılığı şikâyet eden Kürt öğrenciler için "doğu kökenli" dedi.

Bir yıl içinde 3 bin 180 başvurunun yapıldığı Komisyon'a, ayrımcılık yasağı ihlaliyle ilgili 130 başvuru gönderildi. Bu başvurular, hak ve özgürlükler konusunda yapılan başvurular arasında yüzde dörde denk geliyor.

Mobbing uygulanıyor, yardım alamıyorlar

Komisyon raporun "genel değerlendirme" bölümünde ayrımcılık yasağıyla ilgili başvurularla için şu tespitlerde bulundu:

*Ayrımcılık nedeniyle hak ihlaline maruz kaldığını iddia edenlerin çoğunluğu bu hak ihlalini, etnik kökenlerinin ve siyasi fikirlerinin farklı oluşu veya Roman ya da Alevi yurttaşlar olmalarının netice verdiğini iddia etmiştir.

*Söz konusu grupların şikayetleri idare tarafından (muhtar, ceza infaz kurumu görevlisi, belediye görevlileri) bulundukları ortamlarda dışlandıkları ve mobbinge maruz kaldıkları, iş başvurularının olumsuz neticelendirdiği ve yapılan sosyal yardımlardan ihtiyaçları ile orantılı olarak diğer vatandaşlar gibi faydalanamadıkları şeklindedir.

*Yine etnik kökenlerinden ötürü ayrımcılığa maruz kaldığını iddia edenlerin listesine eklenebilecek yurdumuzun bir batı ilindeki birkaç yatılı okul öğrencisinden gelen doğu kökenli olmaları nedeniyle ayrımcılığa maruz kaldıkları iddiasını içeren başvuru da yer almaktadır.

*Etnik kökenlerinden olayı ayrımcılığa maruz kaldıkları iddia edenlerin bu şikayetlerini doğrudan ve İnsan Hakları Derneği (İHD) aracılığı ile Komisyonumuza iletmiş oldukları gözlemlenmiştir.

Eşcinseller iş bulamıyor

*Eşitsiz bir muamele olduğu da düşünülebilecek subaylar ile astsubay, uzman erbaşlar ve uzman jandarmalar arasında malullük işlemlerinde farklılık olduğu iddiası ve bir adliyede avukatların adliye otoparkına ücret ödediklerine ilişkin iddia da ayrımcılık kategorisi altında değerlendirilmiştir.

*Bunlara ek olarak, eşcinsel olduğundan ayrımcılığa maruz kaldığı (İş bulamadığı, ceza infaz kurumunda dışlandığı) iddialarını içeren az sayıdaki başvuru da yine hak ihlali başlığının içeriğini oluşturmaktadır. (SP/EÖ)

Hapistekiler "Bütçe Yok" Bahanesiyle Hastalığa İtiliyor

Meclis İnsan Hakları raporuna göre Adalet Bakanlığı, "bütçe" ve "mevzuat" bahaneleriyle tutuklu ve hükümlülerin tedavi masraflarını karşılamıyor, doktor parasını ödeyemeyenler hastalığa mahkum ediliyor.

Semra PELEK

İstanbul - BİA Haber Merkezi

Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu raporunda hükümlü ve tutukluların tedavilerini karşılamakla yükümlü Adalet Bakanlığı'nın tedavi masraflarını "Bütçe yok" bahanesiyle mahkûmlara ödettiği; geliri olmayan tutuklu ve hükümlülerin bir de hastalığa mahkûm ettiği; pek çok tıbbi malzemenin cezaevine girmediği belirtildi.

Komisyon'un Ekim 2009 ila Ekim 2010 dönemini kapsayan, bir yıllık faaliyet raporunda tutuklu ve hükümlülerin yoğun başvuru konularından birinin cezaevinde tedavi talepleri olduğu belirtildi.

Tutuklu ve hükümlüler doktorun muamelesinden; hastaneye sevk talebinin karşılanmasından ya da zamanında yapılmamasından; tedavi sırasında kelepçesinin çıkarılmamasından şikâyetçi oldu. Raporda tutuklu ve hükümlülerin tedavi talepleri konusunda yaşadıkları hak ihlallerine ilişkin şu tespitler yapıldı:

Bakanlık tedavi masraflarını karşılamıyor

"Devlet güvencesi altında bulunan tutuklu ve hükümlülerin ilaç masrafları ve sağlık hizmetlerinin sunumu sosyal güvencesinin olup olmadığına bakılmaksızın devlet tarafından karşılanmaktadır.

"Ancak Adalet Bakanlığı, tutuklu ve hükümlülerin ayakta ve yatarak tedavilerini yapan sağlık kurumlarınca temini mümkün olmayan tıbbi ürünlerin bedelinin ödenmesini - tutuklu ve hükümlülerin ilaç giderleri hariç- bütçeden Bakanlığa ödenek tahsis edilmediğini gerekçe göstererek gerçekleştirmemektedir."

Tıbbi Malzeme Temini Yok

"Adalet Bakanlığı bir kısım mevzuat hükümlerine dayanarak (hükümlü ve tutukluların tedavilerine ilişkin) Sağlık Bakanlığı'nı görevli göstermektedir. Sağlık Bakanlığı ise yine mevzuat hükümlerini gerekçelendirerek böyle bir görevi üstlenmemektedir. İki bakanlık arasında itilaf olduğu açıktır.

"Bu görüş farklılığının özellikle herhangi bir geliri olmayan tutuklu ve hükümlülerden infaz kurumundaki yaşantısını devam ettirmesine engel oluşturan, uzman doktorlarca tespit edilmiş, sağlık sorunlarına müptela olanların büyük mağduriyetlere maruz kalabildiği düşünülmektedir.

"Bu nedenle ortez, protez ve klostomi torbası gibi tıbbi malzemelerin ne şekilde temin edileceğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Tutuklu ve hükümlülerin sorunlarıyla doğrudan muhatap olan Adalet Bakanlığı'nın inisiyatif alarak bu sorunun çözmesinin makul bir yol olacağı düşünülmektedir."

İdare intihar önlemini almıyor

Raporda cezaevlerinde "intihar" vakaları üzerinde de duruluyor. Konuyla ilgili şu yorum ve uyarı yapılıyor:

"Cezaevinde intihar vakaları bu yasama yılında komisyonumuzun dikkatini çeken en ciddi korular arasındadır ve bu yönde başvurular da almaktadır. Başvurular hakkında Adalet Bakanlığı'ndan verilen bilgilere göre idarenin bir ihmali olmadığı kanaatine varilmiş olsa da komisyonumuz, her ne sebeple olursa olsun cezaevinde intihar vakalarının yaşanmaması yönünde her türlü önlemin alınmasını önemsemektedir." (SP)

*Fotoğraf: Kanser hastası Güler Zere'nin tedavisi de uzun süre ihmal edilmişti.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Habertürk Televizyonunda Tecavüz Protestosu















İstanbul Feminist Kolektif ve Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi, Habertürk televizyonu önünde, medyanın tecavüzü normalleştiren, komedi unsuruna dönüştüren ve pornografik malzeme olarak sunan yayınlarına tepki gösterdi.

İstanbul - BİA Haber Merkezi

İstanbul Feminist Kolektif ve Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi (BEDİ), Habertürk televizyonunda Ali Poyrazoğlu'nun sunduğu "Gölgede Muhabbet" adlı programda tecavüz sahnelerinin komedi unsuru olarak kullanılmasını protesto etti.

Kadınlar: Tecavüze ortak olmayın

Habertürk televizyonu önünde Cumartesi günü bir araya gelen kadınlar, medya organlarının tecavüzü normalleştiren, komedi unsuruna dönüştüren, pornografik malzeme olarak sunan yayınlarına tepki gösterdi.


Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin geçtiğimiz hafta iki tecavüz sanığını Adli Tıp Kurumu'ndan gelecek rapor gecikeceği gerekçesiyle tahliye ettiğini hatırlatan kadınlar, üniversite hastanelerinin bilirkişi statüsünün kabul edilmesini istedi.


Kadınlar ayrıca, Adalet Bakanlığı'nın travma tespiti için bir yıl beklemek gerektiği açıklamasının hiçbir bilimsel veriye dayanmadığını belirterek, Yargıtay'ın üniversite hastanelerinin raporlarını geçerli saymasını talep ettiler.

Kadınlara yönelik taciz ve tecavüzler sürerken, medyanın yayınlarıyla tecavüzü normalleştirdiğini, yargı kararlarının da tecavüzcüleri koruduğunu belirten kadınlar, "medya, yargı, adli tıp tecavüzcülerin suç ortakları - isyandayız" yazılı pankart açtılar.


Eylemde; "Sincan'da tecavüz, Habertürk'te teşvik", "tecavüze ortak olmayınız","tecavüzü meşrulaştıran kanalları izleme, izlettirme" sloganları atıldı, "Yiğit Bulut, cinsiyetçilikten vazgeç", "Tecavüzcü evimizde - Habertürk" yazılı dövizler taşındı.


















BEDİ: Bunda gülünecek ne var?


Habertürk televizyonu önünde "Bunda gülünecek ne var?" yazılı pankart açan BEDİ üyeleri ise, Ali Poyrazoğlu'nun "Gölgede Muhabbet" adlı programında, "saha, takım, gol, kale, skor" gibi futbol kavramlarını kullanarak tecavüz olayını betimlediğini hatırlattı.


İnisiyatif adına Çağatay Apaydın, "Eğlence adına yapılan şey, tecavüzü normalleştiren ve meşrulaştıran bir gösteriydi. Skeci yapanlar, yer verenler ve alkışlayanlar, cinsel şiddeti, futbol stadyumlarında kanıksamış olan bir çeşit erkek taşkınlığına eşitlemiş oldular" diye konuştu.

Apaydın, ölümle, fiziki ve ruhsal ağır travmalarla sonuçlanan tecavüzü, "Biz erkeklerin doğası böyledir" diyerek hoş göremeyeceklerini ifade etti, "Bunda gülünecek ne var?" diye sordu.

"Erkek egemen çarkın parçası olmayacağız"

"Her gün toplumun her katmanında, coğrafyasında erkekler taciz ve tecavüz ediyor" diyen Apaydın, "Eğer erkeklik, eşitsizliği savunmak, hükmetmek, ezmek, şiddet uygulamak ve yok etmekse biz erkeklikten istifa ediyoruz. Eğer erkeklik buysa biz erkek değiliz diyoruz" dedi.

"Fatmagül'ün Suçu Ne?" dizisi, cinsel şiddet içeren sahnelerinin internette yayımlanmasının ardından medyada çeşitli haber, yazı ve programlara konu olmuştu.


Bu sahneler, 17 Ekim'de Habertürk'te yayımlanan "Gölgede Muhabbet" programında parodi konusu olmuştu. 19 Ekim'de Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, iki tecavüz sanığını serbest bırakmış, Adli Tıp Kurumu tecavüze uğrayan kadınla görüşmeyi 1,5 yıl sonraya ertelemişti. (BB)


* Haberimizde Yasemin Öz'ün fotoğrafını kullandık.

En Çok Kadınların Emeği Sömürüldü

Geçmişten Günümüze Türkiye’de Kadın Emeği Sempozyumu” Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi’nde gerçekleştirildi.

Sempozyumun açılışında konuşan Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Celal Göle, kadın istihdamı gerçekleştikçe, ülkenin daha demokratikleşeceğini söyledi. Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemal Taluğ da yaptığı açılış konuşmasında, kadının emeğinin her yerde var olmasına karşın, bunun adının konmadığını dile getirdi. Kadınların tapu kayıtlarında, banka hesaplarında, noterlerde isimlerinin pek görülmediğine dikkat çeken Taluğ, buna rağmen en zor, en kirli işlerin yapıldığı alanlar da özellikle kadınlara rastlandığına işaret etti.

DAHA ESNEK KOŞULLARDA ÇALIŞILIYOR

Sempozyumda “Küreselleşmenin Payandası: Göçmen kadın emeği” konulu bir sunum yapan Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, hem kadın hem de erkeklerin artık daha esnek çalışma koşullarında çalıştığını belirterek, geri kalmış ülkelerde eskiden kullanılan kayıt dışı uygulamaların artık gelişmiş ülkelerde de yoğun bir şekilde uygulandığına dikkat çekti. Unat, 1970’lerde Almanya’da hızla artan kadın çalışan sayısına dikkat çekerek, Siemens fabrikalarında ince parmaklı kişilerin çalıştırılması için dışarıdan çok fazla kadının göç ettiğine vurgu yaptı. Parmaklarına bir yüzük takılarak parmak inceliklerinin test edilen kadınların bu fabrikalarda çalışmak üzere işe alındıklarını belirten Unat, bu dönemin kadın işçi göçünde ciddi bir dönüm noktası olduğuna işaret etti. Unat, Avrupa’da çalışan göçmen kadınların giyim kuşam konusunda da Avrupalı gibi giyinmelerinin istendiğini söyledi.

Ulus-ötesi anlamına gelen “Trans-nasyonalizm” politikaları ile birlikte yaygınlaşan göçlere dikkat çeken Unat, göç eden insanların iki kültürü birlikte taşıdıklarını ifade etti. Kadınların belleğin en iyi hakimi olduğunu dile getiren Unat, üretimde en fazla emek harcayan kesimi kadınların oluşturduğunu söyledi.

‘ERKEKLERİN YARI ÜCRETİNİ ALIYORLARDI’

Oturum başkanlığını Prof. Dr. Serpil Sancar’ın yaptığı “Tarihsel Perspektiften Türkiye’de kadın emeği” başlıklı oturumda konuşan Prof. Dr. Ahmet Makal, “Türkiye’de kadın emeğinin tarihsel kökenleri: 1920-1965” konulu sunumu ile tarih sürecince kadınların emek üretirken ciddi sömürülerle karşı karşıya kaldıklarına dikkat çekti. Makal, Tanzimat Fermanı’nın ardından kadın emeğinin evden sanayi koşullarına çıktığını belirterek, Osmanlı’da da sanayide çalışmaya başlayan ilk kadınların Yahudiler ya da Hristiyanlar’dan oluştuğunu söyledi. Osmanlı’da çalışma alanının yüzde 35’ini kadınların oluşturduğunu dile getiren Makal, kadınların iş gücünü koruyacak politikaların olmadığını, ücrette erkeklerin yarısını aldıklarını ve 14 saat çalıştıklarını belirtti.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte kadınların çalışma koşullarında çok değişiklik olmadığını ifade eden Makal, kadınların çalışma koşullarını kanunlarla düzeltmek için alınan önlemlerin yine de Avrupa’nın çok gerisinde kaldığını söyledi. Makal, Türkiye’de kadınların çalışma koşullarının ancak 1950’lerden sonra kısmen iyileştiğini belirtti.

1964’E KADAR KÖLELİK YASAKLANMADI

Prof. Dr. Ferhunde Özbay “Göç ettirilen kölelerden kaçak göçmen işçilere- Türkiye’de ev emeğinin dönüşümü” konulu sunumuyla kadınların tarih sürecinde ev köleliğinden kaçak göçmen pozisyonuna taşındığını dile getirdi. Eskiden ev kölesi olarak erkeklerin de yer aldığına dikkat çeken Özbay, tarih içerisinde bu pozisyonun nerdeyse tamamen kadınlara yıkıldığını söyledi. Evde çalışmanın iktidar tarafından bile emek olarak görülmediğini belirten Özbay, 1964’e kadar köle kullanmanın Türkiye’de yasaklanmamasının bunun bir göstergesi olduğuna dikkat çekti.

ILO Türkiye Direktörü Gülay Aslantepe, dünya genelinde yapılan son araştırmalara göre kadın iş gücünün yüzde 51.6 oranında olduğuna işaret etti. Avrupa Birliği ile uyum sürecinde kadın istihdamının arttırılması için önemli çalışmalar yapıldığını ifade eden Aslantepe, yeni yasal uygulamalarda da kadınlar için ciddi iyileşmelerin sağlandığını savundu.

Kaynak: Haberlink

Basın Açıklaması / Celal Bayar Üniversitesi'nde Zulme Hayır!

BASIN AÇIKLAMASI

27.10.2010, Çarşamba

Yazılı basında, 21.10.2010 tarihinde "Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Labarotuvar Hayvanları Merkezi kuruluyor" içerikli bir haber yayımlanmıştır.

Yeryüzüne Özgürlük Derneği, Celal Bayar Üniversitesi'nde açılması planlanan "Labarotuvar Hayvanları Merkezi"ne ve diğer üniversitelerde, özel işletmelerde yapılan hayvan deneylerine karşı olduğunu vurgulayarak şu açıklamada bulundu:

Dünyanın pek çok ülkesinde, artık etik bulunmadığı ve güvenilir netice vermediği için terkedilen hayvan deneyleri, Türkiye'de araştırma sektörüne her geçen gün bir yeni ‘işkencehane’ daha eklenerek ve ‘insanların iyiliği’ için yapıldığı ifade edilerek meşrulaştırılmakta fakat, bu deneyler hayvanlara korkunç acılar çektirmekte, ciddi anlamda hak ihlallerine sebep olmaktadır.

Deneylerde kullanılan hayvanlar, hayatları boyunca küçücük, dar kafeslere hapsedilerek, en doğal hakları olan yaşam hakkı ellerinden alınarak deney süresi boyunca dayanılmaz ağrı, acı, stres ve korkuya maruz bırakılarak acı içinde öldürülmektedir. Bu hayvanlar, viviseksiyon kapsamında y
akılıyor, boğuluyor, kanser ediliyor ve sonunda öldürülüyor. Bu zulüm, sözde ‘insan’ yararı için gerçekleştiriliyor.

Bilimin abartarak övündüğü başarılar, insanlar ve hayvanlar için ne kadar faydalı olursa olsun -ki bu tartışılır-, bu zulüm hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz; üstün başarılardan bahsedilecek olunsa bile deneylerde, araştırmalarda, eğitimde ve ürün testlerinde kullanılan hayvanların çektiği acının gerçekliği tartışılamaz.

Hayatları insan eliyle daha baştan ‘değersiz’ kılınan hayvanların yaşadığı ızdırap, acı, eziyet nedeniyle ‘Hayvan Deneylerine Alternatif Metodlar’ üzerine yoğunlaşmak, tüm dünyada ve Türkiye'de etik bir zorunluluk haline gelmelidir.

Sırf insan türüne mensup olmadıkları için hayvanlar üzerinde büyük bir rahatlıkla uygulanan bu zulme bir an önce son verilmeli ve büyük bir pazar olma yolunda ilerleyen bu kanlı, zalim sektör, insanın diğer türlere saygı duyma zorunluluğu açısından desteklenmemeli ve bitirilmelidir.

Yeryüzüne Özgürlük Derneği, kendi kuruluş amacı ve ilkeleri doğrultusunda hayvanlara yapılan deneylerin her zaman karşısında olacaktır. Her fırsatta ve her alanda deney yapan kurum ve şirketlerin yaptıkları zulmü ve işkenceyi teşhir etmeye çaba gösterecektir.


YERYÜZÜNE ÖZGÜRLÜK DERNEĞİ

yeryuzuneozgurluk@gmail.com

23 Ekim 2010 Cumartesi

İkizdere Vadisi İçin Tarihi Karar

Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, bugün tarihi bir karara imza atarak Rize'nin İkizdere Vadisi'ni doğal SİT alanı ilan etti. Böylece İkizdere, Anzer ve Ovit yöresinde yapılması planlanan 22 hidroelektrik santrali (HES) projesi rafa kalktı.

Bölgenin SİT alanı ilan edilmesi için 2008'den bu yana hukuk mücadelesi veren eski İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, "Bugün HES'lerin pençesinden kurtulduğumuz, yeşili, doğayı çocuklarımıza bırakacağımızın müjdelendiği gündür" dedi.

Rize’nin İkizdere ilçesinde bulunan ve dünyada korunmada öncelikli 200 ekolojik bölgeden biri ilan edilen İkizdere Vadisi’nde yapılması planlanan hidroelektrik santralleri için 2008 yılında İkizdere Derneği öncülüğünde hukuk mücadelesi başlatıldı. Mahkemeler ve bilirkişi incelemeleri sürerken bölgede 4 hidroelektrik santrali yapıldı ve hizmete açıldı. Santrallerden birini de geçtiğimiz aylarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hizmete açtı. Bölgede ayrıca 22 hidroelektrik santrali de yer tespitleri yapıldıktan sonra proje onay aşamasına geldi.

KARAR ÇIKTI

Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun Bilimsel ve Teknik Kurulları dün İkizdere Vadisi’nde son incelemelerini yaptı. Bugün toplanan kurul, oy birliğiyle İkizdere Vadisi’ni Doğal SİT Alanı ilan etti. Hukuk mücadelesini başlatan eski İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, kurulun bu kararıyla bölgede yapımı planlanan 22 HES projesinin rafa kaldırıldığını belirterek, “Bugün tarihi bir karar alındı. İkizdere ve Türkiye kazandı. Bugün HES’lerin pençesinden kurtulduğumuz, yeşili, doğayı çocuklarımıza bırakacağımızın müjdelendiği gündür. Uygarlık, medeniyet ve canlı yaşamı kazanmıştır. Kültür Bakanımıza, kurul üyelerine, bize destek olan herkese teşekkür ediyoruz. Bu kararla bölge yeniden ayağa kalkacak turizm yönünden gelişecek” dedi.

Ekşi, İkizdere Vadisi’nin alt kesiminde bugüne kadar 4 HES projesi gerçekleştirildiğini hatırlatarak, “Ama SİT alanı ilan edilen bölgede hiç başlanmış proje yok. 22 tane planlanıyordu, onlar da rafa kalktı. Kurulun kararı sonrasında artık 2863 sayılı yasa uyarınca bölgede taşocağı açılamayacak, madencilik çalışması yapılamayacak, HES inşaatlarına izin verilmeyecek. Yani eko sistemi ve canlı yaşamını tehdit eden hiçbir yapılaşma olmayacak” diye konuştu.

Rize’de daha önce de Çamlıhemşin İlçesindeki ünlü Fırtına Vadisi doğal SİT alanı ilan edilmişti. Böylece Fırtına’nın ardından ekolojik yönden önem taşıyan İkizdere Vadisi de HES yapımından kurtulmuş oldu. İkizdere Vadisi’ni kapsayan kararla balıyla ünlü Anzer Yaylası’nda planlanan HES’ler de iptal edildi.

Muhammet KAÇAR

Kaynak: Radikal

21 Ekim 2010 Perşembe

Trans kimlikler hastalık değildir




“Trans kimlikler hastalık değildir” (Stop Trans Pathologization-2012) trans kimliklerin (transseksüel, transgender, interseksüel) hastalık tanımından çıkarılması gerekliliğini savunan uluslararası bir kampanyadır. Kampanyanın temel amaçları, sözde “cinsiyet kimlik bozukluklarının” tüm dünyada ve Türkiye’de kullanılan Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 2013’te yenilenecek DSM ve Dünya Sağlık Örgütü’nün 2014’te yenilenecek ICD teşhis kılavuzlarından çıkarılması ve trans bireylerin sağlık haklarının güvence altına alınması amaçlanmaktadır. Trans-ilişkili sağlık hizmetleri sigortasının düzenlenmesi için STP 2012, ICD-11’de hastalık tanımından çıkarılmasını önermektedir.


Kampanya dahilindeki hareketin görünürlüğünü arttırmak ve taleplerimizi duyurmak için 23 Ekim Cumartesi günü saat 19.00'da Taksim tramvay durağından Galatasaray Meydanı'na yürüyoruz.


STP 2012 kampanyasının dahilinde, Ekim 2007’den beri tüm dünyada değişik şehirlerde eşzamanlı gösteriler düzenlenmiştir. Sıradaki Trans Kimliklerin Hastalık Tanımından Çıkarılması için Uluslararası Eylem Günü 23 Ekim 2010’da tüm dünyada, farklı şehirlerde gösteri ve eylemler gerçekleşecek.


Şu ana dek kampanyaya katılan şehirler: Ames, Amsterdam, Ankara, Bangkok, Barcelona, Berlin, Bilbao, Bogotá, Bologna, Brussels, Budapest, Buenos Aires, Cape Town, Caracas, Compostela, Córdoba (Argentina), Donostia, Gaborone Botswana, Gasteiz, Granada, Guayaquil, Istanbul, Jaén, Las Palmas de Gran Canaria, Lille, Lima, Lisbon, Ludwigsburg, Madrid, Managua, Manila, Mexico City, Mumbai, Murcia, New York, Paris, Quito, Salta, San Francisco, San Salvador, Santiago de Chile, Ulaanbaatar, Valencia, Zaragoza.


Istanbul LGBT Sivil Toplum Girişimi

Kadın Kapısı

Lambdaistanbul LGBT Dayanışma Derneği

Voltrans Trans Erkek Inisiyatifi

Nükleere Karşı Almanya'dan Türkiye'ye Bisikletli Eylem

Nükleer santral ve silahların yasaklanması, mevcut silahların imha edilmesi için üç ülkeden geçerek bisikletle Türkiye’ye gelen Almanyalı Schlupp çifti belediye başkanları ve CHP’li Soysal ile AKP’li Erdoğan ile görüştü; Türkiye’yi BM sözleşmesine uymaya çağırdı.

"Nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyada barış içinde yaşamak istiyoruz. Anlaşmazlıkların şiddetsiz çözülmesini sağlamak için yola çıktık."


Bunlar Almanyalı çift Wolfgang Schlupp - Hauck ve Brigitte Schlupp - Wick'in sözleri. Schlupp çifti, nükleer silahların yasaklanması ve mevcut silahların imha edilmesi için devlet ve hükümet görevlilerini Türkiye'nin taraf olduğu Birleşmiş Milletler (BM) Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Sözleşmesi'ne uymaya çağırmak amacıyla Almanya'nın Stuttgart kentinden iki ay önce bisikletle yola çıktı.
Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden Türkiye'ye gelen çift, iki bin kilometreden fazla yol yaptı.


İstanbul durağında bianet'e konuşan çift, geçtikleri ülkelerde Mayors for Peace üyesi belediyelerle görüştüklerini, üye olmayan belediyelere ise birliğe katılım çağrısı yaptıklarını anlattı. Mayors for Peace, merkezi Hiroşima'da olan nükleer silahların kullanımına karşı, 1984'ten beri faaliyet düzenleyen belediye başkanlarından oluşan bir birlik. Birliğe 144 ülkede dört bir 207 kent belediyesi üye.


Schlupp çifti İstanbul Sarıyer Belediye Başkan Yardımcısı Seçkin Özdemir, Bursa Belediye Başkan Yardımcısı Abdullah Kördağ, Nevşehir Belediye Başkanı Hasan Ünüver ile görüştü. Adana'da sivil toplum kuruluşlarını ziyaret etti.


Çift Ankara'da Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Çetin Soysal, 11 Ekim'de ise Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Denizli Milletvekili Mehmet Salih Erdoğan'ı ziyaret etti. ABD'nin Adana İncirlik Üssü'ndeki 90 kadar nükleer silah başlıklarının geri çekilmesini istedi ve Türkiye'yi 2020'ye kadar tüm nükleer silahların imhasını öngören BM sözleşmesine uymaya davet etti.


Nükleer yerine yenilenebilir enerji

Wolfgang Schlupp, "Eylemimizin iki amacı var" diyor:


"Türkiye ve Almanya'da, ABD'nin nükleer silahları bulunuyor, bunların geri çekilmesini ve nükleer silahların imha edilmesini ve nükleer santrallerin kullanımına tamamen son verilmesini istiyoruz. Nükleer santarller yerine rüzgar ve güneş enerjisi kullanılabilir. Belediyeler kendi şehirlerinde yenilenebilir enerji kaynaklarına geçebilir; nükleer santralleri kentlerinde reddedebilirler."


Wolfgang Schlupp, milletvekilleriyle görüşmelerine ilişkin ise "Soysal ve Erdoğan nükleer silahlara karşı olduklarını, Hiroşima gibi felaketlerin bir daha yaşanmaması gerektiğini söylediler. Ama nükleer santraller konusunda bu kadar duyarlı olmadığını gözlemledik. Nükleer silahlar ve santraller din, milliyet, parti tanımıyor; patladı mı herkesi öldürüyor" diyor.


Schlupp çifti 19 Haziran'da başladıkları eylemlerine Ocak 2011'e kadar devam edecek. Türkiye'den sonraki durak İtalya olacak.


New York'ta 2005 yılında, nükleer silahlanmaya karşı oluşturulan Global Zero Now örgütünün Almanya oluşumuna üye olan Schlupp çifti, Almanya'da uzun yıllar sosyal hizmet uzmanı olarak çalıştı. Çift Stuttgart'ta çevreci gazete FreieRaum'u çıkarıyor. (SP)


Kaynak: Bianet

Mahkemeden Kürtçe Savunma Yapan Sanığa İndirim Yok

Mardin Barosu Başkanı Yıldırdım, Kürtçe savunma yapmak isteyen sanıklara Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin "örgütsel tavır" takındıkları iddiasıyla indirim uygulamadığını söyledi; "Anadilde savunma yapmak bir insan hakkıdır" dedi.

Mardin Barosu Başkanı Azat Yıldırım kimi davalarda Kürtçe anadilinde savunma yapmak isteyen sanıklara Türk Ceza Kanunu'ndaki (TCK) indirim maddelerinin uygulamadığını söyledi; Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Eylül 2010'da verdiği bir kararı örnek gösterdi.

bianet'e konuşan Yıldırım, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin KCK davasında, Kürtçe savunma yapmak isteyen sanıkların istemini "Türkçe bildikleri" gerekçesiyle reddetmesini değerlendirdi.

Ceza Mahkemeleri Kanunu'nun (CMK) 202. maddesinde "meramını anlatamayacak derede Türkçe bilmeyen sanık, tanık ve müdafilere tercüman atanır" hükmünün getirildiğini söyleyen Yıldırım, şöyle devam etti:

"Hiç Türkçe bilmeyen sanıklara tercüman atanıyor. Kişi kollukta ya da savcılıkta Türkçe savunma yapmışsa, mahkemeler sonradan Kürtçe savunma yapma istemini reddediyor.

"Ama kişiye kendini en iyi ifade ettiği dilde savunma hakkı verilmesi gerekir. Türkçe bildiği söylenen sanık ve tanıkların çoğu kendini bu dilde iyi ifade edemiyor; adil yargılama yapılamamış oluyor."

Mahkemeye göre Kürtçe hala "sözde" bir dil

Anadilde savunma yapmanın bir insan hakkı olduğunu söyleyen Yıldırım, kimi mahkemelerin Kürtçe savunma yapmak isteyen sanıklara TCK'nin 62. maddesinde öngörülen indirimi uygulamadığını anlattı.

Yıldırım, savunmasını yapmak isteyen üç sanık hakkında Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, 28 Eylül 2010'da verdiği kararı örnek gösterdi. Kürtçe için "sözde anadil" ifadesi kullanılan karar şöyle:

"Son aylarda, basın ve yayın organlarınca gündeme getirilen sözde anadili yayma ve yaşatma çerçevesinde hükümlü ve tutukluların beyan ve savunmalarında özellikle Kürtçe dilinin kullanılması yönündeki talimatlara göre sanıkların son oturuma kadar savunmalarını Türkçe yapmış oldukları, Türkçeyi iyi bilmelerine rağmen yukarıda anlatılan örgütün talimatı sonucunda, son savunmalarında özellikle Kürtçe beyanda bulunmaya gayret gösterdikleri ve bu tutum ve davranışlar ile örgütün talimatı doğrultusunda hareket ettikleri, daha doğrusu örgütsel tavır takındıkları anlaşıldığından sanıkların yargılama sürecinde gösterdikleri olumsuz tutum ve davranışlar da göz önüne alınarak haklarında lehe hükümlerin uygulanmaması yününde mahkememizde vicdani kanaate varılmıştır."

Tercümanlar mübaşir

Mahkemelerin, savunmaları daha çok Türkçe almaya çalıştığını anlatan Yıldırım, "Son çare olarak tercüman atanıyor. Mardin'de adliyede resmi görevli tercüman yok," diyor.

"Kürtçe ve Arapça konuşan mübaşir ya da personel tercümanlık yapabiliyor. Süryanice konuşan sanıklarda durum daha da zor; dili bilen personel yok, yoldan geçen birini tercüman olarak görevlendiriyorlar. Mahkemelerin bulduğu tercümanların çoğu dili iyi bilmiyor, savunma gerçeği gibi tutanaklara geçmiyor." (SP)

Kaynak: Bianet

LGBTT Örgütleri Hükümete Seslendi: “Nefreti Bitirin, Yaşamı Getirin”


Son günlerde artan nefret cinayetlerine karşı önlem alınması için Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya gelen sivil toplum örgütleri hükümete çağrıda bulundu. 15 Ekim’de TBMM’nin Dikmen Girişi’nde toplanan grup, yaşanan cinayetler sonrasında yakalanan zanlıların kovuşturma evresinde adli birimler tarafından ağır tahrik indirimleri ile ödüllendirildiğini; kolluk kuvvetlerinin ise soruşturma aşamasında isteksiz davrandıklarını vurguladı.


Bize Acilen Bir Yasa Lazım !


Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği adına açıklama yapan Serra Can; son dönemde trans bireylere yönelik gerçekleştirilen nefret cinayetleri konusunda son derece kaygılı olduklarını belirtti ve “Biz trans bireyler; istihdam, eğitim, sağlık ve hizmetlere erişim gibi alanlarda yaşadığımız sistematik ayrımcılık uygulamaları, polis şiddeti, ayrımcı mevzuat gibi sorunlar yetmezmiş gibi bir de, göz göre göre nefret cinayetleri sonucu öldürülmekteyiz ve yetkililer sesimizi duymamaktadır” dedi. Konuşması sık sık “Polis durma, katilleri yakala; Katili Tanıyoruz Adalet İstiyoruz” sloganlarıyla desteklenen Can; yasa yapıcılar ve karar vericilerin var olan ayrımcı mevzuatı değiştirmediğini ve kendilerince talep edilen Nefret Suçları Yasası için hiçbir adım atılmadığını söyledi. Etnik kimlik, dini inanç, dil, ekonomik statü, cinsiyet, cinsel yönelim, ırk gibi sebepler ile birlikte “cinsiyet kimliği ve cinsiyet ifadesi” farklılığı sebebiyle nefret suçlarına maruz kalan kesimlerin ortak talebi olan “Nefret Suçları Yasası” için meclisi acilen çalışmaya davet etti.


Türkiye’nin farklı kesimlerinin temsilcisi olan sivil toplum örgütlerinin taleplerinin dahil edileceği bir yasa çalışmasının, toplumsal barış ve huzur için zorunlu olduğunu yineleyen, çoğunluğu trans bireylerden oluşan grup “Gelin hep birlikte nefreti değil, toplumsal huzur ve barış taleplerini yüceltelim” dedi.


Feminist Biz, Hevjin Diyarbakır LGBTT Oluşumu, İstanbul LGBTT Sivil Toplum Girişimi, Kadın Kapısı Derneği, Kaos GL Derneği, Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği, MorEl Eskişehir LGBTT Oluşumu, Siyah Pembe Üçgen İzmir LGBTT Derneği ve Voltrans Transerkek İnisiyatifi’nin desteklediği basın açıklamasının ardından grup “Nefret Cinayetlerine Sessiz Kalma, Suça Ortak Olma” sloganları ile dağıldı.


Kaos GL / Bulut Öncü

Köylüler Vaatlerle Kandırılmak İsteniyor

Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan, bazı bölgelerde hidroelektrik santrali (HES) firmalarının yetkilileri ve üst düzey yöneticilerin devreye girmesiyle HES'lere karşı mücadele eden köylüler ve vatandaşların çeşitli vaatler ve oluşturulan protokollerle kandırılmak istendiğini söyledi.


Şan, yaptığı yazılı açıklamada, Doğu Karadeniz Bölgesi'ni adeta sarmal altına alan ve doğal yaşam alanlarına geri dönüşümsüz zararlar verdiği mahkeme kararları ve bilimsel raporlarla ortaya konan HES'lere karşı yöre halkının mücadelesinin devam ettiğini ifade etti.


Buna rağmen bazı bölgelerde HES firmalarının yetkilileri ve üst düzey yöneticilerin devreye girmesiyle HES'lere karşı mücadele eden köylüler ve vatandaşların çeşitli vaatler ve oluşturulan protokollerle kandırılmak istendiğini ileri süren Şan, böylece HES çalışmalarının önünün açılmaya çalışıldığını belirtti.


Ömer Şan, Rize'de Salarha Vadisi Andon bölgesinde yapımı planlanan Ambarlık HES projesi için ortaya atılan rüşvet protokolü iddialarının ardından bölgede çeşitli firmaların da benzer protokoller, vaatler ve sulh anlaşmalarıyla vatandaşların HES'lere karşı sürdürdüğü mücadelenin kırılmak istendiğini öne sürerek, şöyle devam etti:


'Bu tür çalışmalara rağmen bölgenin birçok yöresinde HES'lere karşı demokratik ve hukuksal mücadele devam ediyor. Bütün baskı ve yıldırmalar, iş ve aş vaatleri ile anlaşma içerikli protokollere karşın Artvin'in Ardanuç ilçesinde yapılmak istenen HES bilgilendirme toplantısı yöre halkı tarafından engellendi. Toplantı için yöreye gelen Çevre ve Orman Bakanlığı yetkilileri ile firma temsilcileri, yöre halkı tarafından sıcak karşılamadı. Aynı şekilde geçen ay Rize'nin Hemşin ilçesinde yapımı planlanan Yeşiltepe Regülatörü ve HES projesi için yapılması planlanan ÇED Sürecine Halkın Katılımı Toplantısı, yöre halkı tarafından protesto edilmiş ve yaptırılmamıştı.'


Yöre halkının tepkisine rağmen Rize İl Çevre ve Orman Müdürlüğünden yapılan açıklamada, söz konusu projeye ilişkin toplantının bu kez 22 Ekim Cuma günü yeniden yapılacağının duyurulduğunu belirten Şan, şunları kaydetti:


'Hemşin'de yapılması planlanan söz konusu ÇED toplantısı, yöre halkınca protesto edilerek yaptırılmamış, Hemşin Belediyesi yetkilileri ise toplantının yapılacağı salonla ilgili kendilerine başvuruda bulunulmadığı için salonu HES firmasına tahsis etmemişlerdi. Bunun dışında Salarha Vadisinin Andon mevkisinde daha önce başka bir firmanın yapmayı planladığı Ambarlık 1-2 Regülatörleri ve HES Projesi için de 22 Ekim Cuma günü bölgede bilirkişi incelemesi yapılacağı bildirildi. Söz konusu proje için Çevre ve Orman Bakanlığınca 'ÇED Gerekli Değildir' kararı verilmiş, yöre halkı bu nedenle kararın 'yürütmesinin durdurulması ve iptali' için Rize İdare Mahkemesinde dava açmıştı. Rize İdare Mahkemesi de söz konusu kararının yürütmesinin durdurulması yönünde karar vermiş ve bölgede bilirkişi incelemesi yapılmasını kararlaştırmıştı.'


Şan, projeye ilişkin mahkeme süreci devam ederken projede firma değişikliğine gidilerek yeniden su kullanım anlaşması imzalandığını ve yeni firma adına verilen üretim lisansının Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) tarafından yeniden düzenlenerek yeni firmaya devredildiğini ifade ederek, aynı proje için daha önce 'ÇED Gerekli Değildir' kararı veren Çevre ve Orman Bakanlığının firma değişikliğinin ardından bu kez aynı proje için 'ÇED Gerekli' kararı vererek ÇED sürecini başlattığını kaydetti.


Kaynak: Beyaz Gazete

Eşcinsel Kurtuluş Cephesi’nin Sosyal Devrimi

Homofobiden, kadın düşmanlığından, ırkçılıktan ve sınıf ayrımcılığından bağımsız yeni bir cinsiyet demokrasisi istiyorduk. Herkes için cinsel özgürlük ve insan hakkı! Mesajımız “Asimile etme, değişiklik yap!” idi.


Peter Tatchell’ Guardian’da yayınlanan makalesini Can Arasa çevirdi.

Kırk yıl önce, Eşcinsel Kurtuluş Cephesi toplumun cinsiyet sistemine meydan okudu – neyse ki biraz başarabildik.

Eşcinsel Kurtuluş Cephesi (EKC / The Gay Liberation Front-GLF) 13 Ekim 1970 tarihinde Britanya’da kuruldu. 19 kişinin Londra Ekonomi Okulu’nun bir bodrumunda tanışmasıyla kendi halinde bir başlangıçtı; fakat hızla büyüdü ve İngiliz ‘queer’ tarihinde belirgin bir dönüm noktası olacağını kanıtladı. 1970’ten sonra EKC sayesinde lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüellere (LGBT) bakış açısı, mağdurken galip olma şeklinde, tamamıyla değişti.


19 yaşında, uzun kıvırcık saçlarımla EKC’de bir aktivisttim ve 16 yaşındaki erkek arkadaşım Peter Smith’le beraber Shepherd Bush’ta yaşıyordum. Ben öğrenciydim o ise bir caz gurubunda çömez bir gitaristti. EKC anarşistlerin, hippilerin, solcuların, feministlerin, liberallerin ve kültür karşıtlarının muhteşem, heyecan verici ve bir o kadar da karmakarışık bir birleşimiydi. Farklılıklarımıza rağmen, sadece homofobiden değil aynı zamanda LGBT’ler kadar heteroseksüelleri de baskı altında tutan bütün cinsiyetçi utanç kültüründen bağımsız bir radikal idealizmini (dünyanın nasıl olabileceği ya da olması gerektiği) paylaşıyorduk. Bizler cinsel kurtuluşcuyduk, sosyal devrimciydik ve dünyayı tersine çevirmeye çabalıyorduk.


EKC kültürel değerlerde ve davranışlarda bir devrimi destekliyordu. Bu devrim, evliliği, çekirdek aileyi, tekeşliliği ve erkek egemenliğini ve ayrıca Vietnam ve İrlanda’daki savaşları sorguluyordu. Homofobik ayrımcılığa karşı olmasına rağmen EKC’nin temel amacı asla eşitliğin statü değişimiyle gerçekleşmesi olmadı. Toplumu temelde adaletsiz olarak görüyorduk ve bunu LGBT’lerin ve diğerlerinin üzerlerindeki baskıya son vermesi için değiştirmeye çabalıyorduk.



EKC kendini kadın, siyahi, İrlandalı, işçi sınıfı ve koloni özgürlüğü hareketleriyle uyumlu hale getirdi. Askerlerin İrlanda’dan çıkması için ve sendikalaşmaya karşı olan Sanayi İlişkiler Kanunu’na karşı yürüdük. “Mutlak sol”un eleştirilerine ve çoğu zaman suçlamalarına rağmen birçoğumuz kendimizi anti-kapitalist, anti-emperyalist hareketin bir parçası ve bütün insanoğlunun kurtuluşu için çabalayan kişiler olarak görüyorduk..


Bizim idealist vizyonumuz homofobiden, kadınlara duyulan nefretten (misogyny), ırkçılıktan ve sınıf ayrımcılığından bağımsız yeni bir cinsiyet demokrasisini içeriyordu. Erotik utanç ve suç yasaklanacaktı. Herkes için (eşcinsel, biseksüel, heteroseksüel) cinsel özgürlük ve insan hakkı olacaktı. Mesajımız “Asimile etme, değişiklik yap!” idi.


EKC’nin heteroseksüel toplum eleştirisi, eşcinsellerin sivil haklarının ihlalinden ve eşitlik mücadelesinden daha fazlaydı. Reformcu değil devrimci olan amacımız “mutlak erkek egemenliğine” ve “cinsiyet sistemine” bir son vermekti.


‘Queer’lere yapılan baskının en azından bir kısmının LGBT bireylerin toplum tarafından öngörülen geleneksel maskülen ve feminen cinsiyet rollerinden “sapmış” olmalarının bir sonucu olarak görüyorduk. Bin yıllık Ortodoks döneme göre, erkeklerden maskülen hareket etmeleri ve kadınları arzulamaları beklenirdir. Kadınlar ise feminen olmak ve erkekleri etkilemeliydiler.


Biz ‘queer’ler bu geleneksel cinsiyet sistemini bozduk. Eşcinsel erkekler başka erkekleri seviyor ve birçoğumuz yetersiz maçolar sayılıyoruz. Lezbiyenler başka kadınları seviyor ve erkekler üzerinde heteroseksüel kız kardeşlerinden daha az pasif ve bağımlı olma eğilimindeler. Erkek ‘queer’ler cinsel olarak kadınların buyruğu altında olmak zorunda değiller ve kadın ‘queer’lerin erotik ve duygusal ihtiyaçlarını gidermek için erkeklere ihtiyaçları yok.


Bu, yüzyıllardır baskı altında tutulma sebebimizin bir kısmı. Bizim ‘uygunsuzluğumuz’, erkek heteroseksüelliğinin sosyal üstünlüğünü ve kadına duyulan nefreti (misogyny) tarihsel olarak sürdürüp desteklemiş cinsiyet sistemini tehdit etti.


EKC, ‘queer’ sapkınlığını elbette ilan etti. Eşcinsel olma hakkının heteroseksüel cinsiyet normlarına itaat etmemeyi de içerdiğini söyledik. Erkekliği ile gururlanan heteroseksüel maskülenliği, egemenlik ve saldırı geleneği ile, LGBT bireyler ve kadınlar üzerindeki temel baskı olarak belirledik. Bütün heteroseksüel erkekleri suçlamıyorduk; fakat cinsiyet ayrımcılığı yapan ve homofobik hetero erkeklerin, kadın ve gey özgürlüğündeki ana engel olduğunu gördük. EKC’nin kadın özgürlük hareketini desteklemesinin nedeni de budur.


EKC’nin “radical drag”(1) ve “gender-bender”(2) politikaları erkek güzelliğini ve cinsiyetçi rollerin yıkımını göklere çıkardı. Ortodoks maskülenliğinin baskısını ve ayrımcılığını reddetmek ve ayrıca eşcinsel erkeklerin ve kadınların boyun eğmesini destekleyen tavrını zayıflatmak için yapılan bilinçli (bazen abartılı) bir girişimdi.


Heteroseksüel erkek maçoluğunun sona ermesi LGBT bireylere ve kadınlara yapılan baskıya son verecek anahtardı ve bunu kanıtladık. Gerçek insan özgürlüğü ancak ve ancak cinsiyetçi sistemin katılığını parçalamak ve onun gaddarlığına son vermekle gerçekleştirilebilirdi. Bu değişim, farklı cinsel yönelimindeki insanlara – hem heteroseksüel hem eşcinsel – herhangi bir utanç ve ayıptan bağımsızca hayatlarını özgürce yaşamaya izin vermeliydi.


Eşcinsel kanunlarının reform hareketinin aksine, EKC’nin ‘queer’ kurtuluş stratejisi toplumun değer ve normlarını uyarlamak yerine onları değiştirmekti. Bizler yüzyıllık erkek heteroseksüel egemenliğini altüst edecek ve böylece hem ‘queer’lara hem de kadınlara özgürlük sağlayacak bir kültürel devrim için çabaladık.


Kırk yılın sonunda EKC’nin cinsiyet ajandası kısmen kazandı. Bugün erkek ve kadın rolleri 1970’ten daha az öngörülmüş ve sert bir halde. Daha büyük bir değişime açıklık var ve cinsel yönelimler daha çok kabul ediliyor. Eşcinsel ya da heteroseksüel bütün ‘erkek Fatma’lar ve ‘kırık oğlan’lar hâlâ seyrek de olsa toplumsal ikonlar; fakat aynı zamanda daha az şeytanlaştırılıyor ve toplumdan itiliyorlar.


Kız gibi erkekler ve erkek gibi kızlar eskisi kadar mağdur edilmiyor. Artık LGBT çocuklar genelde 12 ve 14 yaşları arasında açılıyor. Birçoğu tehdit edilse de birçoğu da edilmiyor. Cinsel ve cinsiyet çeşitliliğinin kabul edilmesi giderek artıyor. EKC’li kadın ve erkek sosyal bir devrimi ateşledi. Tebrikler!


guardian.co.uk – 12 Ekim 2010


İlgili Bağlantı:


http://libcom.org/library/brief-history-gay-liberation-front-1970-73


(1)Cinsiyetçi normlara karşı gelen ve iki cinsin de görünüşlerini taşımaya dayanan bir hareket. Örneğin; kadın kıyafetleri giymiş sakallı bir erkek.


(2)Karşı cinsin kıyafetlerini giyme.


Kaynak: Kaos GL