YAŞAMA DÜŞMAN OLAN DEVLETE KARŞI MÜCADELEYE
ve DAYANIŞMAYA ÇAĞIRIYORUZ!
“Norm” kelimesinin tam bir saldırı aracı haline dönüştüğü günlerden geçiyoruz. Hükûmet, toplumun egemenlerinin de desteğini alarak kendi normlarını belirliyor; bu normların dışında kalanlar ise bizzat devletin şiddet ve baskısının nesnesi haline getiriliyor. 1 Mayıs gibi günlerde ise devletin, tepkisini dile getirmek için sokağa çıkan her insana savaş açtığı, can sıkıntısı içerisinde olduğu çok bariz olan polisin su tabancası kullanırmış gibi insanların üzerine vücuda çok ciddi zararlar verebilen tazyikli suyu ve kimyasal biber gazını boca etmesi artık şaşırmadığımız sahneler... Adliye önünde, Taksim Meydanı’nda, çocukların oynadığı futbol maçında ya da barışçıl bir eylemde sıkılan biber gazı artık olmazsa olmazlarımızdan... Egemenler, sevdikleri iktidarlarını canları pahasına korumak için her tür zorbalığı uygulamaktan çekinmiyor. Türkiye, gaz cumhuriyeti haline gelirken polisin şiddeti nedeni ile hayatlarını kaybeden insanlar, her zaman kusurlu olarak ana haber bültenlerine taşınıyor. Her ne kadar bu akıl almaz şiddeti normalleştiren ve onaylayan toplumun egemen kesimleri bu şuursuzluğu yadırgamasa da, birebir şiddete maruz bırakılan ve sözümüzü sokakta söylemekten sakınmayan insanlar olarak, yaklaşık bir aydır saçmalama konusunda sınır tanımayan devletin faşizan söylem ve eylemlerine, özellikle son 1 Mayıs öncesi ve sonrasında yaşananlarla birlikte artık katlanamadığımızı söylemek istiyoruz.
Hükûmet geçtiğimiz bu 1 Mayıs’ta da elinde bulundurduğu tüm erki, iktidarı kendisine karşı her gün yükselerek büyüyen tepkileri susturmak ve bu yönde toplumsal hareketler tarafından üretilen ve örgütlenen her türlü meşru ve haklı girişimi, başta polis şiddeti olmak üzere elinde bulundurduğu ve kendi lehine dönüştürdüğü yargı erkini de kullanarak, daha en başından sindirmek için elinden geleni yapmıştır, yapmaya da devam etmektedir. Hükûmet bunun için âdeta bir savaş veriyor; sokaklara, hatta hastanelere, okullara atılan gaz bombaları ile hayat durduruluyor; hakkını arayan, hak ihlallerine ses çıkaran tüm kesimler polis cobundan nasibini alıyor; yıllar süren davalarla adliye koridorlarında ömürler geçiyor, yazılmak bilmeyen iddianameler ve günü gelmek bilmeyen duruşma tarihleri arasında insanlar, cezaevleri denilen zindanlarda her türlü hak ve özgürlükten uzak bir şekilde tecrit ediliyor.
Özellikle bu 1 Mayıs, devletin ve ona benzer egemen güçlerin, kendisini ispat etme sahnesi haline dönüştürülmüştür. 1 Mayıs, her ne kadar adına “bayram” denilip devlet tarafından bir lütufmuşçasına resmî tatil ilan edilse de, bu sene de devletin yine birçok hak ihlaline imza attığı, devlet terörünün doruğa ulaştığı bir gün olarak hafızalarımıza kazınmıştır.
“HALK İÇİN EMNİYET, ADALET İÇİN HİZMET!” mi,
“HALK İÇİN EZİYET, ADALET İÇİN HEZİMET!” mi?
Polis, onlarca insana öldüresiye şiddet uygulayarak hastanelik etmiş, insanlar tedavileri bitmeden yangından mal kaçırırcasına gözaltına alınmak istenmiştir. 1 Mayıs ve akabinde uygulanan sistemli şiddet ve tırmanan devlet terörü, devlet tarafından düşman bellenen “marjinal” grupların bertarafı için şart ve meşru bir tedbir gibi kamuoyuna yansıtılsa da bizler, sokakta tepkisini dile getiren insanlar olarak darbe zamanlarını aratmayacak sıkıyönetim önlemlerinin neden alındığını çok iyi biliyor ve 1 Mayıs’tan bu yana yaşadığımız süreci endişe ve öfke ile izliyoruz.
Başta Taksim olmak üzere tüm İstanbul sokakları, köprüleri ve ulaşım araçları ile birlikte adına “devlet” denilen, dışı dolu, içi boş ve icraatı hepimizin malumu olan ancak hiçbir şekilde vücut bulamayan, bulamayacak bir melanet yapısı tarafından işgal edilmiş, insanlar ve hayvanlar saatlerce kimyasal gaza maruz bırakılmış, silah dipçiğiyle ezilen, gaz bombası fişeğiyle yarılan başlar, hükûmetin bir 1 Mayıs İşçi “Bayramı”nı daha başarı ile kotardığı ve kutladığı bir güzelleme şeklinde basına servis edilmiştir. Hükûmet, yere göğe sığdıramadığı ileri demokrasisini ve 1 Mayıs’la ilgili sağladığını iddia ettiği başarıyı, elindeki polis gücü ile, binlerce insanı sokak aralarında sıkıştırarak, gazlayarak, coplayarak ve her türlü şiddete maruz bırakarak birçok temel hak ve özgürlüğün içini bir kez daha boşaltarak elde etmiştir. Böylelikle tüm muhalif kesimlere gözdağı verme tutkusunu bir kez daha fiiliyata döken hükûmet, bir de utanmadan teşekkür beklediğini beyan etmiştir.
2012 1 Mayısı’nda bazı kapitalist kurum ve kuruluşlara, sermaye gruplarına yönelik gerçekleştirilen saldırılarla ilgili dernek üyelerimizin ve aktivistlerimizin de 30 yıla kadar hapis cezası ile yargılandığı davanın iddianamesindeki düzmece senaryoda olduğu gibi suçlulaştırılan insanlara, ismine “adalet sarayı” denilen heyula alışveriş merkezlerini andıran adliyelerde ve gündelik, özel hayatımızda her türlü baskı ve sindirme politikası uygulanırken, “vatandaş” diye tanımlanan insanlara gaz yağdıran, psikolojikten fizikseline her türlü şiddeti uygulayan, her türlü zorbalığı hak olarak görerek elindeki güç ile insanlara, canlılara zulüm olarak yönelten devlet ve devlet adamları, kendi yazıp oynadıkları ve adına “hukuk” dedikleri senaryolarla her türlü kirli ilişki ağını örmekten kendilerini alamamakta, her açıdan adı “şiddet” olan bu eylemler güvenlik tedbiri olarak tanımlanmakta ve yitip giden insanlar, sömürülenler, tüketilenler, marjinalize edilenler devlet için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Yaşayan bir canlının hayatı, varlığı ile yokluğu incecik bir çizgi üzerinde olan bir yapıdan daha değersiz kılınmaktadır. Adalet, suç, şiddet gibi tanımların bu vesile ile bir kez daha tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Kendisini ayrımcılıkla, şiddetle, baskı ve tahakkümle var eden bu yapı, cezaevlerinde çürüttüğü, ölüm döşeğinde olan yüzlerce hasta tutsağı tahliye etmekten, sokağa çıkıp tepkisini dile getirenlerden, beraber özgürleşebileceğini düşünenlerden öcü gibi korkmaktadır. O kadar korkmaktadır ki, çözümü muhalifleri ortadan kaldırmakta bulmakta; bu gözü dönmüşlük bizlere, her türlü hak ihlalini meşrulaştırıp adına “hukuk” diyen, yaşamımıza, özgürlüğümüze, arzularımıza, hazlarımıza, politik duruşlarımıza ve ilkelerimize düşman olduğunu açıkça göstererek adaletsizliği karakteristik haline getiren devlet karşısında, idarî kararlarla hepimize dayatılan yasakları parçalayıp geçmekten başka çare bırakmamıştır.
Bugün yaşamın, haklarımızın, evrensel hukukun, özgürlüğün tam karşısında dikilerek saldırmak için hazır ve nazır olarak bekleyen devlet, onun egemenleri ve sermaye babalarının desteği ile faşist bir diktatörlüğe doğru yürüyen Türkiye, adaletsizliğin “adalet” olarak tanımlandığı, devletin kendi belirlediği ulusal hukukun bile bizzat devletçe çiğnendiği bir açık hava hapishanesine dönüşmüştür. Tepkisini ortaya koyan, devletin gazından, silahından, tazyikli suyundan kendini korumak için yüzünü kapatan herkese “marjinal”, “terörist” denilerek her türlü şiddet gayet rahat bir şekilde devletçe savunulur ve cansız nesnelere uygulanan eylemler şiddet ve suç olarak tanımlanırken, hükûmet her ne kadar “şiddete sıfır tolerans” dese de devletin gözaltında kaybettiği insanlara yapılanlar, cezaevlerinde ve polis merkezlerinde halen sürdürülen, başta işkence olmak üzere her türlü hak ihlali suç olarak sayılmamakta, devlet eliyle öldürülen ya da devletin müsebbibi olduğu telafisi olmayan acılar “kovuşturmaya yer olmayan” olaylar olarak tarihteki yerlerini korumaktadır. Bizden de insanı çileden çıkartan bu uygulamaları tepkisizlikle karşılamamız beklenmektedir.
Bizler, her sene olduğu gibi bu 1 Mayıs’ta da insan-hayvan-doğa gibi öznel ayrımlara gitmeden topyekûn özgürlüğü savunan ve türcülüğe, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, homofobi/transfobiye ve her türlü tahakküm ve ayrımcılığa, kapitalizme karşı çıkan insanlar olarak sesimizi çıkardığımız, kendimizi var ettiğimiz, gündelik yaşamlarımızı sürdürdüğümüz ve devlet tarafından keyfi olarak yasaklanan, işgal edilip bir tüccar zihniyetiyle paraya dönüştürülen sokaklardaydık. Sokağa çıkıp tepkimizi dile getirmemiz en doğal hakkımız iken devlet, 1 Mayıs’ta sokağa çıkan her insanı, sokakta yaşayan her hayvanı biber gazına boğmakta, tazyikli suyla yıkamakta ya da polis şiddetine maruz bırakmakta herhangi bir sakınca görmemiştir.
Yaşam alanlarımızı, sokaklarımızı gasp eden ve bunları gözü doymak bilmeyen sermaye gruplarına pazarlayan devlet, bugün elindeki her türlü güç ile insanlara, hayvanlara ve doğaya şuursuzca saldırmakta ve sebep olduğu her türlü kirli ve kanlı olayın karşısında en ufak bir tepki unsuru kalmayıncaya dek savaşacağını göstermektedir.
Her 1 Mayıs’ta olduğu gibi, TOMA’sıyla, bitmez tükenmez biber gazı ile robocop’ları andıran polislerini halkın üzerine sürmekten büyük keyif duyan devlet, hapishaneleri insanlarla doldurmaktan usanmasa da şunu artık anlamalıdır: Birbirlerinden farklı olsalar da toplumsal özgürlük tahayyülleri taşıyan insanlar, benzer nedenlerle barikatlara yüklenmeye, hep bir ağızdan slogan atmaya, artık bir zulüm aracı haline gelen ve yaşam düşmanlığı ile kendisini var eden devletin ısrarla içini boşaltmak istediği mevcut ve doğal haklarımızı savunmak için meydanlarda dolup taşmaya devam etmekte ve edecektir.
Birçoğumuz zorunlu çalışma sistemi içerisinde öğütülmek zorunda kalsak da, millî eğitim programları ile beyinlerimiz yıkanmak istense ve doğaya, ötekileştirilen canlılara karşı düşman bir nesil yetiştirilmek istense de, kapitalizme, devlet terörüne ve her türlü adaletsizliğe karşı mücadelemiz sürecektir. Kendi verdiği yargı kararını kendisi çiğneyen devlet, insanların içinde yeşerttiği yeni umutları köreltmek, bedenimize hükmetmek, bizleri belirli kalıplara hapsetmek ve evlerimizi, sokaklarımızı işgal edip elimizden almak için elinden geleni yaparken bizler de aynı kararlılıkla kendi yaşam alanlarımızı, özgürlüğümüzü, varoluştan gelen haklarımızı sonuna kadar savunmaya devam edeceğiz.
Davalar, operasyonlar ve yasaklamalarla insanları sindirmeye ve yıldırmaya çalışan devlet, 1 Mayıs’ta gördüğü kararlılığı ve dayanışmayı, Taksim’i, dalga geçermişçesine adına "adalet sarayı" dediği Çağlayan Adliyesi önünü, sokakları, meydanları ve özünde halkın olan birçok varoluş alanını siyasete yasakladığını açık bir şekilde göstererek haklı direnişe meydan okumaya devam ediyor ve bizlerden de bu keyfi yasaklarına uymamızı bekliyor. Her geçen gün yeni bir yasağın, gözaltının, operasyonun, tutuklamanın ve/veya evrensel hukuk ilkelerinin uzağından yakınından geçmeyen yargı kararlarının haberi ile güne başlayan bizler, bu zorbalığın karşısında dayanışmayı yükseltmeye devam edeceğimizi açık bir şekilde duyuruyoruz.
Yargılandığımız davada, kırılan camlarının peşine ta bir yıl sonra düşen kapitalist şirketlerin devlete benzer bir taktiği kullanarak bizlerin de içinde bulunduğu 46 insan hakkında şikâyetçi olduğunu öğrendik. Devletlerin yoksullaştırdığı insanları kredi, borç batağına sürükleyip canını alan Akbank, Şekerbank, Denizbank, Finansbank, KuveytTürk bankaları ve ne oldukları hepimizce bilinen McDonald’s, LC Waikiki, Starbucks gibi kapitalist şirketler, bugün tahrip edilen iki cansız camın peşine düşerek muhaliflerden sözde intikam almaya çalışmaktadır. Bu kapitalist kurum ve kuruluşların yanında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) de yerini almış, devletin yazdığı senaryoda yine intikam peşine düşmüştür. İnsan-hayvan ayırt etmeksizin yaşam düşmanlığı ile tanınan İBB, her yıl binlerce sokak hayvanının katlinden sorumlu bir soykırım suçlusu; uluslararası zirvelerde kenti mutenalaştırma ve modernleştirme adı altında istediği gibi talan eden, binlerce insanı evinden, doğup büyüdüğü yerden söküp atan bir kurum ve ranttan başka bir şey gözetilmeyen kentsel dönüşüm projelerinin başmimarıdır. Kapitalist ve yaşam düşmanı olan bu kurum ve kuruluşların yaptıkları, sebep oldukları acılar ya da yol açtıkları dramlar yasalar nezdinde suç sayılmamaktadır; aksine devlet, işbirlikçisi olan bu kurumların her türlü çıkarını korumak için bekçilik görevini layığıyla yerine getirmektedir.
Ekolojik yıkımın başaktörleri ve sadece bir yılda milyarlarca hayvanın canını türlü işkencelerle alan, her şeyi tüketilebilir kılan kurum ve kuruluşlar, insanları ve hayvanları kentsel dönüşüm projeleri ile, HES’lerle, termik santral ve nükleer enerji projeleri ile zorunlu göçe tabii tutmakta, soykırım uygulamakta, kendi belirledikleri normların dışına itip çıkarları doğrultusunda onlara her türlü zulmü reva görmekte, meşrulaştırmakta ve bugün devletle el ele vererek canlıları, istedikleri zaman hayatın birçok alanından sürebileceklerini zannetmektedirler. Cinnet toplumuna doğru sürüklenen insanların isyanını görmezden gelen devletin sebep olduğu acılar, büyük bir pişkinlikle devlet adamları tarafından “takdir-i ilahi” şeklinde tanımlanarak geçiştirilmektedir. Oysa verdikleri her tepki katlanarak büyük bir öfke seline dönüşmektedir.
Devletin savaş uçaklarının bomba yağdırarak tam 34 insanı ve onlarca katırı katlettiği Roboskî Katliamı’nın üzerinden 500 gün geçse de hâlâ acıları dindirecek, insanların adalet taleplerini karşılayacak herhangi bir adım atılmamakta; aksine adına “kan parası” diyebileceğimiz maddî çıkar hesapları ile acısı dinmeyen, ailelerini, sevdiklerini sadece bir “şüphe” nedeniyle kaybeden insanların her türlü değerine saldırılmakta, bu insanlar artık sayısını unuttuğumuz gözaltı girişimleri ile susturulmak istenmektedir.
Hakkın, hukukun, adaletin koruyucusu olduğunu iddia eden devlete biat etmiyoruz. Her düşündüğümüzde aklımıza gelen yüzlerce hak ihlali, yakın tarihte bizzat devletçe işlenen vefakat en ufak bir yaptırımla sonuçlanmayan bir dizi acı olay bir yana, son 10 yılda (en az) 11 bine yaklaşan işçi ölümleri, cinayetleri karşısında devlet, iş cinayetlerini “takdir-i ilahi” olarak tanımlamaktadır; başbakan işçilerin hayatlarını kaybettikleri bu cinayetler için “kader” derken, bir bakan da bu cinayetlerde hayatlarını kaybeden işçiler için “güzel öldüler” diyebilmektedir.
Ardı arkası kesilmeyen bu hak ihlallerine baktığımızda, can alma konusunda bir dakika bile tereddüt etmeyen, doğayı ve yaşam alanlarımızı talan ve tahrip edip bizleri sürgüne zorlayan, hakları yok sayan asıl şiddet uygulayıcıları birçok açıdan suçlu iken ve herhangi bir yaptırımla karşılaşmaz, aksine terfilerle mükâfatlandırılırken, adaletsizliklere karşı mücadele edenlerin suçlu ilan edilip hapis cezaları ile yargılanması, devletin elinde bulundurduğu hukukun ikiyüzlülüğünü ortaya koymaktadır.
Sokaklardan, meydanlardan, başka bir deyişle hayatlarımızın bir parçası olan, bize ait yerlerden bizi sürgün etmeye zorlayan iktidar, devlet, hükûmet, gayrimeşru eylemlerine son verinceye kadar mücadele de sürecektir. Devlet, şuursuzca saldırıp canını aldığı, beden dokunulmazlığına saldırdığı, haklarını ve varlıklarını yok saydığı tüm canlıların üzerinden elini çekene dek mücadelemizi diğer toplumsal hareketlerle, dostlarımızla sürdürmekte kararlıyız. Baskılanması gereken bizler ve özgürlüklerimiz değil, militarizmle, yaşam düşmanlığı ile, ayrımcılıkla kendisini var eden devletçi, yasakçı zihniyettir.
“Yasadışı marjinal gruplar” gibi nitelendirmelerle her türlü şiddetini meşrulaştırma çabası içerisinde olan, canımıza kast eden, yoldaşlarımızı, dostlarımızı, sevdiklerimizi hapislerde çürüten ve dün ettiği laf ile bugün ettiği laf bile birbirini tutmayan bürokratları ve temsilcileri ile devlet, çok iyi bildiği baskı, sindirme ve yıldırma politikalarını devam ettirdiği sürece mücadele ve direniş de ivme kazanarak büyüyecek ve yaşamlarımızı baskı altına almaya çalışan, koşulsuz itaat isteyen ve asıl sürgün edilmesi gereken zihniyet de er ya da geç tarihe gömülecektir.
Bizler, “hayvana, insana, yeryüzüne özgürlük” şiarı ile hareket edenler, bugün uygulanmakta olan ve artık içler acısı bir hal alan yaşam düşmanlığı, sömürü ve tahakküm ilişkilerinin bir parçası ya da devletin işlediği suçlara ortak olmamak için sokakta kendimizi var etmeye, topyekûn özgürlük hayallerimizi hep birlikte haykırmaya ve yepyeni bir adalet anlayışını birlikte inşa etmeye devam edeceğiz.
Hayvana, İnsana, Yeryüzüne Özgürlük!
YERYÜZÜNE ÖZGÜRLÜK DERNEĞİ