26 Haziran 2010 Cumartesi

LGBTT Onur Yürüyüşü Yarın!




ONUR YÜRÜYÜŞÜ İÇİN YARIN (27.06) SAAT 17.00'DA TAKSİM TRAMVAY DURAĞI'NDA BULUŞULACAK. BİZLER DE ORADA OLACAĞIZ.

19.00'da da Tünel Meydanı'nda Onur Haftası'nın kapanışı olarak bir sokak partisi olacak.

Bilgi için:
http://www.prideistanbul.org
http://pride-istanbul.blogspot.com

Onur etkinliklerinin çıkış noktası

Peki, nereden çıktı bu kutlama? Neyi kutluyoruz? Bu aslında bir yıldönümü. Üstelik bu yıl kırkıncısını kutladığımız bir yıldönümü. Tam kırk yıl önce 26 Haziran 1969'da trans, biseksüel, lezbiyen ve gey arkadaşlarımız, New York'ta Stonewall Inn adlı LGBT barında, uğradıkları haksızlıklara topluca karşı çıktılar. Polisin ve toplumun baskılarına daha fazla sessiz kalamadılar ve polis şiddetine karşı durdular ve polisi durdurdular. İlerleyen günlerde barın bulunduğu sokak, şehrin dört bir yanından gelen LGBT'lerle dolup taştı. Bu, artık birşeylerin eskisi gibi olmayacağının göstergesiydi. Sembolik olarak o gün o sokakta başlayan mücadele, bugün dünyanın dört bir yanında hâlâ devam ediyor kırk yıldır.

Bugün "Batı" ülkelerindeki kutlamalardaki ço
ğu insan, ne yazık ki neyin yıldönümünü kutladıklarını bilmiyor. Batı'daki büyük kentlerdeki büyük onur etkinlikleri, mücadele eden örgütlerin katılımı olsa da, çoğunlukla büyük yerel ve çokuluslu şirketlerin LGBT müşteri kitlesine reklâm aracı olarak kullandığı, hatta bazı ikiyüzlü politikacıların LGBT seçmenlerine şirin gözükmek için boy gösterdiği, ticari bir etkinliğe, bir büyük partiye dönüşş durumda. Öte yandan Türkiye'de çoğumuz için hâlâ belki bazen çekinerek ama heyecanla "ben buradayım" demenin en önemli fırsatlarından biri. Pek çok eski Sovyet ya da Doğu Bloğu ülkesinde ise çoğu zaman saldırılara maruz kalan, bazen gerçekleştirilemeyen, ama denenmesi bile mücadelenin önemli bir ayağı olan bir etkinlik, onur etkinliği.


24 Haziran 2010 Perşembe

Yeryüzüne Özgürlük - MANİFESTO

Bu tamamlanmamış, hiçbir zaman tamamlanmayacak ve sadece bizim tarafımızdan değil, herkes tarafından geliştirilebilecek manifesto, mücadelede beraber olmak isteyenlere çağrımızdır.

Yeryüzündeki yaşam, yok olma tehdidi altında ve insan da bu tehdidin varolma nedeni olan iktidar düzeninin sorumlusu. Yeryüzündeki canlıların özgürce yaşama hakkı, bu iktidar düzeninin farklı fakat birbiriyle içiçe olan alanlarında sürekli olarak gaspediliyor. Ve bu gasp yalnızca insan olmayanlar için geçerli değil; iktidar, insanlar arası ilişkilerde de en az onun doğayla olan ilişkisindeki kadar mevcut. Öyle ki, insanlık doğayla birlikte kendi kendini de yoketmenin eşiğinde.

İktidarı içkin olan ve altlarında şiddet yatan ikili karşıtlıklar – ben-öteki, insan-doğa, insan-hayvan, akıl-vücut, erkek-kadın, beyaz-siyah, içerisi-dışarısı, yetişkin-çocuk, heteroseksüel-eşcinsel, ilkel-uygar, modern-geleneksel, güzel-çirkin, eğitimli-cahil, akıllı-deli, normal-anormal – yeryüzünü egemenliği altına almış sistemin düşünsel karakteristikleridir. Bu ikilikler “uygar” beyaz adamın, kurduğu hiyerarşiler üzerinden adlandırdığı ötekisinin üstündeki tahakkümünü devamlı kılmış ve meşrulaştırmıştır. Yeryüzüne Özgürlük Derneği, bu sistemi kabul etmeyen, ona karşı çıkan, ona alternatifler üretmede katkı sunmak isteyen bireylerin bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Her canlı için özgürlük, bu karşıtlık sisteminin arkasında yatan şiddetin görülmesi ve bu sistemin toptan yok edilmesi ile mümkündür. Buradan baktığımızda, yeryüzünün özgürleştirilmesi, canlılar arasında eşitlikçi ve dayanışmacı bir yaşam kurma ve ekolojik bir düzen sağlama yolunda baş etmemiz gereken en temel mesele, toplumun değerlerini sorgulanmayacak kadar içselleştirilmiş olduğu insanmerkezciliktir.

İnsanmerkezcilik, insanın kendini varlığın yegane öznesi olarak alması ve kendisi dışında gördüğü varlıklar üzerindeki pratiklerini tamamen meşru olarak görmesine dayanır. Her ne kadar insanın doğa üzerine olan tahakkümü, tarihsel olarak çok daha eskilere gitse de, modern Batı düşüncesi ile birlikte en sağlam temellerine oturtulmuş ve bu düşüncenin içkin olduğu pratikler de, Sanayi Devrimi ile başladığı söylenebilecek süreç içerisinde, geç kapitalizm ile birlikte nicelik ve nitelik olarak en geniş sınırlarına ulaşmıştır. İnsanın doğa üzerindeki bu hükümranlığı, şu anki zamanımız için geriye dönüşü olmayan küresel felaketin de hazırlayıcısı olmuştur. Bu felaketin yavaşlatılabilmesi ve en azından ertelenebilmesi ancak doğayla eşitlikçi; özgürlükçü ve dayanışmacı bir ilişki ve yaşam tarzı ile mümkündür. Şu an olan ise, tahakküm ve sömürüye dayalı, teknolojinin neredeyse yalnızca çıkara hizmet ettiği, ana düşünme biçiminin kâra dayalı olduğu, her şeyin fayda ve tüketilebilirlik üzerinden görüldüğü bir dünyadır.

Her ikili karşıtlık, diğerleriyle ilişkilidir. Bu nedenle insanmerkezcilik; türcülük, ırkçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik ve diğer her türlü ayrımcılıktan; aynı şekilde, içinde taşıdığı şiddet ve sömürü nedeniyle de emek sömürüsü, militarizm ve benzer diğer sistemlerden ayrı düşünülemez. Her türlü baskı, asimilasyon, sömürü ve ötekileştirme hem insanmerkezcilikten güç alır, hem de ona güç verir. Tahakküm ilişkileri her zaman birbirlerini besler niteliktedir. Modern birey, yaşamının en başından beri belli değer yargılarıyla yetişir; bunlar bireyin içinden geçtiği eğitim sistemi ve içinde büyüdüğü ahlakî normlarla içselleşir, perçinlenir ve sorgulanmadan öte, üzerine bile düşünülmez hale gelir. Her türlü tahakkümü kanıksamamızı sağlayan bu süreçten, doğa da hayvan da insan da fazlasıyla nasibini alır.

İnsanmerkezciliğin en büyük düşünsel ve pratik ürünlerinden olan Sanayi Devrimi ile birlikte makinelerin, fabrikaların ve teknolojik gelişmelerin insan menfaatine hizmet edeceği vaadiyle yeni bir süreç hızla yapılandırılmaya başlanmıştır. Nüfus artışıyla paralel giden göçlerle birlikte seyreden bu endüstrileşme akımı, yıkıcı bir şehirleşme süreciyle beraber kırsal alanları, yerel kültürleri ve geleneksel tarımı yutarak insanları doğal yaşama iyice yabancılaştırmıştır. Hatta yabancılaştırmaktan da öteye giderek, doğaya, canlılara ve birbirimize karşı hükmedici ve yıkıcı bir ilişkilenme tarzını zirveye taşımış ve toplumda kapsamlı bir dönüşümü tetikleyerek endüstriyel bir tüketici-kitle toplumu oluşturmuştur.

Endüstriyel-kapitalizmin etkisiyle sömürü, işgal, talan ve şiddete dayalı başka bir düzen oluşturulmuş, insanlar şirketlere hizmet etmek zorunda bırakılmış, doğa ve hayvanlar şirketlerin sistematik sömürü, yıkım ve şiddetine maruz bırakılmıştır. "Çok üretim, çok tüketim"e dayalı yeni bir işleyiş inşa edilmiş, geleneksel tarımın yerine benimsenmiş olan kâra dayalı endüstriyel tarım politikaları ile doğa ve yaşam büyük ölçüde zarar görmüş; doğayı tehdit eden ve aşırı bir kirlenmeye yol açan, sanayiye dayalı kimyasal ilaç ve gübrelerle, genetiği değiştirilmiş tohumlarla ve endüstriyel müdahalelerle, sürdürülebilir ve doğal tarım tarihten silinecek duruma gelmiştir.

İnsan gıdası olarak "tüketime sunulan" hayvanlar da endüstriyel-kapitalizmin kurbanı olmuştur. Endüstriyel-kapitalizmle geleneksel yetiştiricilik büyük ölçüde azalmış, bunun yerine fabrika mantığıyla işleyen entegre çiftlikler kurulmuş, hayvanların makineler yardımıyla sömürülmesi dönemine geçilmiştir. Hayvan endüstrisine katkı amacıyla piyasaya sürülen antibiyotikler, yem katkı maddeleri, hormon takviyeleri, verim arttırıcı kimyasallar ve endüstriyel müdahaleler ile "sofralık et" olarak tabir edilen hayvanların tabiatına aykırı, kâra ve sömürüye dayalı bir yetiştirme tarzı günümüzde uygulanmakta, gıda amaçlı kesilen hayvanlar birçok kanserojen etkili müdahale ile insan tüketimine sunulmaktadır. Hayvan endüstrisi bugün küresel ısınmanın sebepleri arasında ikinci sırada yer almaktadır. Ormansızlaşma, yeraltı sularının kirletilmesi ve bunların sonucu olarak yetersiz-sağlıklı beslenme endüstriyel hayvancılığın yol açtığı, ancak insan alışkanlıklarının dokunulmazlığı nedeniyle görmezden gelinen, savsaklanan sorunlardandır.

Teknolojik gelişmelerle birçok açıdan tam bir yıkım merkezi haline dönüştürülen fabrikaların işlerliğini sürdürmek ve enerji açığını kapatmak için kurulmasına gerek duyulan, özellikle endüstriyalizmle doğru orantılı olarak üretim talebi artan elektriğin enerji açığını karşılamak için inşa edilen/edilmek istenen nükleer, termik santraller, hidroelektrik santral ve barajlarla; üretimlerinde ve işletmelerinde ciddi ölçülerde doğaya ve yaşama zararlı maddeler açığa çıkaran güneş santrallerinin kurulmasını gerektiren endüstriyel-kapitalizm, bu kez de çok fazla el atamadığı kırsal bölgeleri pervasızca sömürmeye, insan hayatını ve kültürlerini, ormanları, vahşi bitki ve hayvan türlerini yok etmeye devam etmiştir. İşlendiğinde büyük kâr getiren ve birçok sanayi kolunda ham madde olarak kullanılan madenlerin bulunması için yapılan tetkik ve sondaj çalışmalarının yürütüldüğü yörelerde de büyük bir ekolojik tahribat yaşanmaktadır. Keza, petrol, otomotiv, ilaç sanayi ve birçok sanayi kolu, canlılara ve doğaya ciddi zararlar vermektedir. Ham madde ve enerji kaynağı arayışları insanların değil, gözünü kâr hırsı bürümüş olan bir avuç imtiyazlının yönettiği kapitalist şirketlerin çıkarınadır.

Endüstriyalizm ve sonucu olarak virüs gibi yayılan kentler, artık eko-sistemler arasındaki bütünlüğü tamamen bozmakta, işgal altındaki gezegen son karışına kadar sömürülmektedir. İnsanoğlunu tüketim kültürüne boğan tekno-endüstriyel kapitalist uygarlık, dağları aşan atık ve çöp yığınları yaratmakta ve uygarlığın küresel ölçekli imtiyazlı ülkeleri bu atık ve çöp yığınlarını "az gelişmiş ülkelere" kakalamakta, başta fakir coğrafyalar olmak üzere gezegeni çöp üreten ve çöp biriktiren bir cehenneme çevirmektedir. Endüstriyel uygarlığın sonucu olarak, başta fakir ülkelerde olmak üzere aşağı yukarı her yıl yeni salgın hastalık türleri ortaya çıkmakta, kendisini kâr ve fayda ekonomisi üzerinden var eden tıp ve ilaç endüstrisi tekelleri de bu süreçlerden faydalanmaya çalışmakta, kısacası krizi kendi çıkarına çevirmek istemektedir. Aynı fırsatçı yaklaşım her alanda olduğu gibi gıda alanında, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) pazarında da segilenmektedir. Açlığı yaratan kapitalizm, açlık nedenini ortadan kaldırmaktansa sonuçlarıyla ilgilenerek hem kendi illüzyonunu sağlamlaştırmakta, hem de sömürü ve k
âr ağını daha da genişletmektedir. Gıda emperyalizmi olarak tanımlayabileceğimiz bu süreçte yerel ve doğal yaşam formları, yerini hızla laboratuvar ortamında üretilen ve biyoteknoloji tekellerine bağımlı bir yaşam formuna bırakmaktadır. İnsanmerkezci ideolojinin, ölümsüzlük vaadiyle doğanın birer parçası olan yaşam ile ölüm arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yaratmak istemesi, tekno-endüstriyel kapitalist uygarlığın kendi tekelini kuvvetlendirme güdüsünden başka bir şey değildir. Tıp bilimini tekeline almış olan ve "Hastalığı üret, sonra ilacını sat!" ilkesiyle işleyen tıp endüstrisi ve ilaç tekellerinin hegemonyasına karşı, bu sorunun yeniden "toplumsallaştırılması" ve çözümünün "yerelleşmesi" gerekmektedir.

İnsanın kendini hayvandan üstün görmesi demek; tamamen "damak zevki" için hayvana akıl almaz acılarla dolu kısa bir hayatı ve aynı korkunçlukta bir ölümü reva görmek; kendini cazip göstermek uğruna onların canlı canlı postlarını yüzmek; eğlence uğruna onları yıllar boyu süren tutsaklık, işkence ve türlü yoksunluğa maruz bırakmak; sırf zevkleri ve yalnızlıkları tatmin etmek uğruna evlere, kafeslere hapsetmek; faydası şüpheli olanlardan da öte gereksizlikleri tamamen ortada olan, her anı ve tarafı acı ile bulandırılmış "bilimsel" deneylere tâbi tutmak; "spor" ya da popülasyon kontrolü adı altında can almayı meşru kılmak; kendi yapamayacağı ağır işleri yaptırmak uğruna zorla çalıştırmak ve öldürene kadar sömürmek, ölümden sonra bile tüyünden, tırnağına kadar paraya dönüştürmek; hayvanı süs eşyası ve ticari mal statüsüne indirgeyip yerinden koparılması, alınıp satılması ve tüm bu süreç içerisinde yaşam koşullarının dâhi dikkate alınmaması; insanın bencilliği ve tahammülsüzlüğü nedeniyle hayvanların her gün yaşadığı rutin şiddet ve bunun çözümü olarak görülen barınak mahkûmiyetleri, rehabilite etme kandırmacası altında kısırlaştırılmaları, yani soykırıma uğratılmaları ve asla yaşamlarını sürdüremeyecekleri yerlere sürgüne gönderilmeleri; yine insana hizmet etmekten öte bir sonucu olmayan hayvan refahı fikri ve yasaları ve de sorumluluğunu almak istemediği hayvanları ötanazi kılıfı altında öldürmek demektir. Tüm bu temel hak ihlâlleri, insanın, kendi türü de dahil olmak üzere ötekileştirdiği ve kendini üstün tuttuğu diğerlerinin yaşam alanlarını pervasızca işgaliyle başabaş gider.

Bütün bunlar, insanın kendisinin toplumsal hayatta maruz kaldığı şiddet ve tahakküm türlerinden ayrı düşünülemez. Sokağındaki kuytu köşeyi bile bir köpeğe fazla gören göz, muhitindeki transseksüele kinle bakan gözden farklı değildir. Sirkte gördüğü file kahkahalarla gülen ağız, gözüne kestirdiği kadına laf atma hakkını kendinde gören ağızdır da. Kürkü okşarken haz alan el, varoşun “pisliğine” dokunmaktan iğrenen eldir. Belli bir tahakkümü temel alarak toplum hayatına etki eden sistemlerin değer yargıları ve insanlara verdiği sıfatlar (suçlu, namussuz, hasta, ahlâksız, mantıksız, deli, çirkin vb.) bu nedenle sorguya açık olmalıdır.

Toplumsal alanda şiddet, baskı ve zulüm insanlık tarihinde varlığını hep korumuştur. Yaşadığımız zaman içerisinde tanık olduğumuz haksızlıklar, bu tarihin getirdiği izleri ve güçlendirdiği formları taşımakla beraber, şu anki döneme özgü şekillerde ve yapılarda da vuku bulmaktadır. Patriyarki, milliyetçilik, ırkçılık ve homofobi, etkilerini gün be gün göstermekte ve hissettirmektedir. Dil, din, ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim farklılıkları nedeniyle yapılan ayrımcılık çok çeşitli ve kompleks şekillerde karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık tarihi, ötekileştirilenlerin cinayetleriyle, toplu idamlarla, imhalarla doludur. Mesela, bir kadının salt kadınlık durumundan dolayı tecavüze uğraması ile bir eşcinselin yol ortasında bıçaklanarak öldürülmesi, aynı erkek egemen düzenin yarattığı seksist ve heteroseksist zihniyetin ürünlerinden sadece bir örnektir.

Günümüz dünyasında aşırı sayıda insanın aşırı yoksul olması, emperyalizm, kolonyalizm ve kapitalizmin yapısal bir sonucudur. Bu tarih içinde, emek sömürüsü de kaynak sömürüsü ile başabaş gitmektedir. Bütün dünyayı saran ve "hayata düşman" zorunlu çalışma sistemi ile milyarlarca insan en temel haklarından dahi mahrum bırakılarak varlıkları teslim alınmış ve sonuç olarak insan, duyguları yontulmuş bir meta haline getirilmiştir. İnsanların canlı kalmak için adeta savaş verdiği günümüzde, haz, arzu gibi kavramlar için yaşamak bir lüks olarak tanımlanmaktadır. Yine bu sistemde, çalışma koşullarını belirleme iradesi de insanların ellerinden alınmıştır. 1980’lerle başlayan Neo-liberal kapitalizm, dünyanın pek çok yerinde tarihteki en büyük gelir uçurumlarını yaratmıştır. İşsizlik ve krizler bahane edilerek "köle-işçi" gibi bir kavramın ortaya çıkması normalleştirilmektedir. Kayıt dışı ekonomiyle birlikte, kadın ve çocuk emeğine de ucuz iş gücü olarak daha çok göz dikilmektedir. Ayrıca, binyıllar öncesinde kurulmuş olan özel alan/kamusal alan ikiliği, ev içindeki kadın emeğini görünmez kılmakta; neo-liberal politikalarla gelen “ev eksenli çalışma”, kadın emeğini ucuzlaştırırken, ücret karşılığı yapılan iş, ev işi yüküne eklenerek kadının çifte ezilmesine neden olmaktadır. Kadının hem özel alanda, hem kamusal alanda çalışmasıyla, patriyarkal ilişkiler kapitalist sisteme entegre edilmekte, cinsiyete dayalı iş bölümü yaratılarak, toplumsal cinsiyet rolleri güçlendirilmektedir.

Devletlerin uygulamaya koyduğu baskı ve zulüm de hiçbir azalma göstermemiştir. Devlet, hem diğer iktidar ilişkilerine içkin, hem de onları içerleyendir. Bunun da ötesinde, kendine karşı olanı, muhalifi susturmak için polis şiddetini, karşıdevrimci şiddeti, işkenceyi, hapishane şiddetini, açık, gizli ve “kirli” savaşları hiç çekinmeden kullanır. Belli bedenler onun için zaten halihazırda sorumluluk gerektirmeyen bedenlerdir: mesela, bombayla ya da kurşunlarla parçalanan bir çocuğun bedeni, işkence altında ya da yaşanması imkansıza yakın "misafirhane"lerde hastalıktan ölen bir göçmenin bedeni... Ötekileştirme ve “harcanabilir” kılma, toplumsal ilişkilerin de derinlerinde yatar. Evsizler, hastalar, bağımlılar, kimsesizler, akıl hastaları zaten ya devlet tarafından “uygun” yerlere kapatılır ya da kendi başlarına, başkalarını rahatsız etmeden ölmeye bırakılır. Birey de zaten, gözetim ve disiplin mekanizmalarıyla olduğunca denetim altında tutulur. Bu denetim sistemi içinde, çıkabilecek herhangi bir muhalefet daha en başından baş aşağı edilir, asimile edilir, kapsanır ve dönüştürülür. Sistem kendi devingenliğini bunun üstünden sağlar. Buradaki tahakküm ilişkisi, basitçe baskı-rıza ikiliği içinde düşünülmemelidir. Çünkü sistem zaten bireyin algı ve düşünme biçimlerini ve dolayısıyla bunların sonucu olacak seçimlerini, bir yere kadar belirlemiş durumdadır. Varoluş teslim alınmış, varolma imkânları yadsınmıştır. Farkında olmak gereken ise, bireyin iradesi ve gidişata vermesi gereken cevabın sorumluluğudur. Sistem, tam da bu güçleri dönüştürüp başka yerlere kanalize ederek ve yerine genel bir umutsuzluk/değişim inançsızlığı pompalayarak çarkını döndürür. Böylece, sosyal alandaki güç, ya sistemi yeniden üretir ya da şiddeti kendi üstüne yöneltir.

Yine de tüm bu durumların mevcudiyeti, onlara karşı gelinemeyeceğini ve zararlarının bir kısım bile olsa telafi edilemeyeceğini göstermez. Dünyayla ve birbirimizle olan ilişkimizi bu sistemden başka bir şekilde anlamlandırma olanağımız her zaman için mevcuttur. İnsanmerkezcilikten kaynaklanan sorunlar, elbette ki kısa vadeli çözüm yollarıyla çözülebilecek konular değildir. Bizler, bu sorunların çözümü için toplumsal dönüşüm sürecine girilmesi, bu sürecin hızlanması için eylemek derdindeyiz, bu da yüzyıllardır sömürüyle, ayrımcılıkla, şiddetle kendini ayakta tutan, arzu ve hazlarımızın tam karşısında dikilen sistemin çelişkilerini gösterip onları dağıtabilecek adımlarla mümkün olacaktır.

Bizler doğadaki tüm varlıklar üzerindeki egemenliğe karşı özgürleşmeyi ve özgürleştirmeyi savunuyoruz. Canlılara yönelik her türlü zulmü reddediyoruz. Reddedişimiz, şiddetin, insanların kendi aralarındaki ilişkinin bozulmasına ya da kabalaşmasına katkıda bulunmasından çok, tamamen canlıların esenliğinin kısıtlanması ya da haklarının ihlal edilmesi nedeniyledir. Odağında sadece insan menfaatini barındıran davranışları, uygulamaları ve politikaları benimsemiyoruz. Bu nedenle evcilleştirmeleri ve insanın doğa üzerinde mülkiyet kurma talep ya da girişimlerini reddediyoruz. Yaşamın tek olduğunu, yaşayan bütün canlıların doğal haklara sahip olduğunu, bu doğal hakların küçümsenmesi ve hatta kolayca göz ardı edilmesinin doğa üzerinde ciddi zararlar doğuracağını ve insanların diğer canlılara karşı suç işlemesine sebebiyet vereceğini, türlerin birlikte olmasının diğer canlıların yaşama hakkının insan tarafından tanınmasını ifade etmesi gerektiğini, insanlar tarafından hayvanlara saygı gösterilmesinin bir insanın bir diğerine gösterdiği saygıdan ayrı tutulamayacağını söylüyoruz. Toplumsal düzeyde de insanın insana tahakkümünü reddediyoruz. Bireysel farklılıkların ve özgürlüklerin bastırılması ya da ekonomik sömürünün sürdürülmesini sağlamak için kurulan ve sürdürülen tüm otoriter ve dayatmacı yapılara karşıyız. Kapitalizmin getirdiği işşizlik bunalımı ve zorunlu çalışma kıskacına hapsedilmeye, insan emeğinin satılabilir bir şey haline gelmesine, insanın hayatını kazanmak uğruna hayatını kaybetmesine, bedenin metalaştırılmasına, özgürlük kavramının bireysel çıkar üzerinden tanımlanmasına, arzularımızın üstünden para kazanılacak şeyler haline getirilmesine karşıyız.

İnsanın kendi yarattığı sistemde normun dışında kalan, baskı ve zulmün nesnesi haline getirilmiş tüm bireyler, yoksullar, azınlıklar, göçmenler, kadınlar, LGBTT bireyler, mahkûmlar, çocuklar, hayvanlar, evsizler, işçiler, işsizler, radikaller, asiler, “marjinal” diye tanımlananlar, kenara itilmişler, hastalar, fiziksel ve zihinsel engelliler ve ötekileştirilen tüm canlılar için yeni bir düzen ve adalet anlayışı arayışındayız. Mücadelenin ancak birbirimizi anlamaya çalışarak ve yan yana, beraber durarak mümkün olduğuna inanıyoruz.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Yarasa soykırımı için eylem

Doğa Derneği, Çevre ve Orman Bakanlığı'nın Edremit Körfezi Havran'da gerçekleştirdiği yarasa katliamını protesto etti. Geçtiğimiz haftalarda Çevre ve Orman Bakanlığı Havran'daki mağaralara yarasaların geri döndüğünü açıklamıştı. Bu açıklamanın yerinde yapılan araştırmalarla doğru olmadığının ispatlanması üzerine, Doğa Derneği Havran'daki yarasa soykırımına dikkat çekmek için altı metre kanat açıklığındaki dev yarasa kuklasını, 22 Haziran'da İstiklal Caddesi'nde uçurdu. Güney Marmara Doğal ve Kültürel Çevreyi Koruma Derneği (GÜMÇED) de eyleme Edremit'ten katılarak yarasaların korunmasını talep etti.


Çevre ve Orman Bakanlığı, Havran Barajı'yla sular altında kalan doğal mağaradaki 20 bin yarasayı zorla yuvalarından çıkararak yapay bir mağaraya taşımaya çalışmıştı. Ancak yarasalar yapay mağaraya yerleşmedi ve sonuçta 20 bin yarasa katledilmiş oldu.


22 Haziran 2010 Salı

Taşlanan Kot Değil, Düşlerini Kurduğumuz Geleceğimizdir!

Kot kumlama işlemi sonucu silikozis hastalığına yakalanan işçiler; 2008 yılında işçiler, doktorlar, avukatlar, sanatçılar, sendika ve siyasi parti temsilcileri ve gönüllülerden oluşan ‘Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’ni kurdular. Bu Komite, iki yıldır hasta işçilerle yaşamını yitirenlerin ailelerinin hakları için çaba sarf ediyor. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi öncülüğünde yürütülen mücadele sonuç verdi ve Sağlık Bakanlığı kot kumlama işini yasakladı. Ayrıca silikozis hastası işçilerin sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanması için Bakanlar Kurulu kararı çıkarıldı. İşçilerin olumsuz koşullarda çalışmasına göz yuman kamu görevlileri hakkında şikayetler sonucu ceza davaları açıldı. Bütün bunlar belki çok şey değil ama küçükte olsa kısa süreli örgütlü mücadelenin sonuçları ve önemsemek gerekiyor.

İşçiler sorunlarını başkent Ankara’ya taşıdılar şimdi de. 22 Haziran Salı sabahı aileleriyle birlikte Abdi İpekçi Parkı’na yerleşen işçiler, üç gün boyunca hem oturma eylemi yapacak hem de TBMM’de grubu olan partilerle görüşerek taleplerini iletecekler. Bu talepleri içinde en önemlisi, tüm silikozis hastalarının sosyal güvence altına alınması ve kendilerine maluliyet aylığı bağlanması da var.

Bir saat öncesine kadar yağmurlu olan hava dağılmış ve işçilerin yüzü gülmüştü. Öğle saatlerinde gerçekleştirecekleri basın açıklaması sırasında yağsa da dert değildi. Çünkü Ankara Tabip Odası onlara yağmur ve aşırı sıcaklardan korunmaları için branda yaptırmıştı.

Saat: 11:00’de yerleştikleri Abdi İpekçi Parkı’nda basın açıklaması yapan işçiler ve onlar için dayanışma ziyaretinde bulunanlar, basına Kot taşlama işçilerinin kaderlerinin silikozise mahkum olmadığını anlatmaya çalıştılar. “Artık ölmek istemiyoruz” diyen işçilerle dayanışmak için Ankara da bulunan demokrasi güçlerinin yanı sıra, İzmir’den bir grup TEKEL işçisi de gelmişti.

Türkiye’nin tekstil sektöründe ölümcül silikozis hastalığı görülen ilk ülke olduğunu söyleyerek konuşmasına başlayan Komitenin sözcüsü Prof. Dr. Zeki KILIÇASLAN, şimdiye dek silikozis hastalığına yakalanan 600 işçi tespit ettiklerini, ancak kontrolden geçen ortalama her iki kot işçisinden birine silikozis teşhisi konulduğunu ve bugüne kadar yaklaşık 10 bin kişinin bu sektörde çalıştığı düşünülürse, henüz teşhis konmamış beş bine yakın kişinin daha bu hastalığın pençesinde olduğunu tahmin ettiklerini söyledi.

Komite olarak verdikleri mücadeleler sonucunda bazı kazanımlar elde ettiklerini belirten KILIÇASLAN, sorunun çözümü için ciddi adımların atılması gerektiğini belirtti. KILIÇASLAN sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Hastaların sosyal güvenceleri yok. Hastalar sosyal güvenceye hak kazanabilmek için dava açması gerekiyor. O davayı kazanabilmek için de kayıtdışı çalıştıkları taşeron firmaları bulmak, orada çalıştıklarını bir biçimde kanıtlamak zorundalar.’

KILIÇASLAN, taleplerinin ne olduğu konusunda ise şunları söyledi:

► Tüm silikozis hastalarının hastalıkları oranında sosyal güvenlik haklarından yararlanmaları sağlanmalıdır,
► İşçilerin zararlarının tespiti ve karşılanması için ilgili bakanlık, sektördeki meslek örgütleri ve sendikaların temsiliyetiyle özel/yetkili bir komisyon kurulmalıdır,
► Bu sektörde çalışmış işçilerin göğüs hastalıkları hastanelerine başvurmaları için ilgili bakanlık ülke çapında bir kampanya başlatmalıdır,
► Silikanın bütün sektörlerde kullanımı yasaklanmalıdır,
► Silikozis hastaları mahkeme giderlerinden muaf tutulmalı, ilgili bakanlık konuyla ilgili genelge yayınlamalıdır,
► Siyasal iktidar hakkında şikâyet olan kamu denetleyicilerini korumamalı, soruşturma açılmasına ve yargılanmasına izin vermelidir.

DİSK üyesi Sosyal - İş Genel Başkanı Metin EBETÜRK, yaşanan sorunun temel nedeninin kapitalizm olduğunu belirterek, ‘Nasıl sendika hakkımızı savunuyorsak sağlık ve sosyal güvenlik hakkını da savunuyoruz’ dedi.

Basın açıklamasında CHP İstanbul Milletvekili Çetin SOYSAL, TTB 2. Başkanı Feride BİLGEHAN, SES Genel Sekreteri Kemal YILMAZ, Yeşiller Partisi’nden Yasemin GÖKSU, DİSK Üyesi Devrimci Sağlık – İş Bölge Temsilcisi Sevinç HOCAOĞLU, KESK Ankara Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Fikret ASLAN, Türk Toraks Derneği Başkanı, İzmir’den gelen Tekel İşçileri Temsilcisi, işten atıldığı TUBİTAK önünde işe geri dönme mücadelesi veren Aynur ÇAMALAN’da yaptıkları konuşmalarla silikozis işçileriyle dayanışmalarını dile getirdiler.

Basın açıklamasına Genel kurulunu yeni tamamlayan TÜMTİS’in Genel Başkanı Nurettin KILIÇDOĞAN ve Yönetim Kurulu Üyeleri, Petrol – İş Ankara Şube Başkanı Mustafa ÖZGEN ve Şube Yönetim Kurulu üyeleriyle, pek çok siyasal örgüt temsilcisi de katılarak dayanışmalarını sundular.

Basın açıklamasının hemen devamında oluşturulan ilk heyet, vakit kaybetmeden TBMM’ne gönderildi.

20 Haziran 2010 Pazar

13 hayvan hakları aktivistini tutuklayan Avusturya devletini protesto ettik



SHAME ON AUSTRIA! Hayvanlara da, savunucularına da ÖZGÜRLÜK!

13 Haziran'da Avusturya'da tutuklu bulunan ve 5 yıl hapis cezası ile yargılanan hayvan hakları aktivistlerine destek vermek ve Avusturya devletini protesto etmek için bir araya geldik.



Eyleme, Direnişin Ritimleri (Rhythms of Resistance RoR - İstanbul) de destek verdi. "Shame on Austria, Hayvanlara da Savunucularına da Özgürlük" pankartı arkasında toplanan ve üzerlerinde Almanca, İngilizce ve Türkçe "Aktivizm suç değildir", "İnsana, hayvana, gezegene özgürlük", "Avusturya'da devlet terörüne son", "Bütün politik tutsaklara özgürlük", "Avusturya'da tutuklu hayvan hakları aktivistlerine özgürlük" yazan dövizler taşıyan eylemcilerle Yeniköy Caddesi bir süre trafiğe kapatıldı. Cadde boyunca Direnişin Ritimleri'yle birlikte yürüyerek Avusturya Konsolosluğu'nun önüne geldik.


Yüzlerimize birçok hayvan maskesi taktık, basın açıklaması okumak yerine çeşitli hayvan sesleri çıkararak ve eyleme destek veren RoR'un ritimleriyle tepkimizi dile getirdik.


Eylemin diğer fotoğraflarına ulaşmak için burayı tıklayın.

Okumayıp basın mensuplarına dağıttığımız basın bildirisini Türkçe ve Almanca olarak videonun altında bulabilirsiniz.



BASINA ve KAMUOYUNA;


Avusturya devleti, 2008 yılında ülkedeki hayvan koruma hareketinin önde gelen 10 aktivistini tutukladı. Kundaklama, gaz bombalı saldırı ve bombalı tehdit iddiasıyla evlere çok sayıda baskın düzenlendi. Aktivistler hukuki olmayan bir şekilde tutuklanarak, 3 ay süren tutukluluk halinin ardından da serbest bırakıldı. Bu yıl ise şubat ayında Avusturya'daki bir üst düzey savcı, aktivistlere isnat edilen suçlara ilişkin yeterli kanıtın olduğunu öne sürerek, 3 ayını tutuklu geçiren 10 aktivist de dahil olmak üzere toplam 13 kişiyi tutuklayarak cezaevine gönderdi.


Sadece temel hak ve özgürlüklerini kullandıkları için hayvan hakları aktivistleri, "suç çetesi/terörist" olarak damgalandı. Aktivistlerin yaptığı eylem ve çalışmalar, gerek uluslararası hukukta gerekse ulusal mevzuatta birçok hukuki dayanağa sahipken, aktivistlerin evlerine özel polis timleri ile gece baskınları düzenlendi. Kafalarına silah dayayarak vatandaşlarını gözaltına alan; elinde hiçbir somut delil olmamasına rağmen aktivistleri aylarca tutsak eden ve yaptıklarının hiçbir cezai karşılığı yokken bu aktivistleri 5 yıl hapis cezası ile yargılayan Avusturya devletinin faşizan tutumunu; taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri, tüm hakları çiğneyerek yok sayan uygulamalarını teşhir ediyor ve kınıyoruz.


Başta ifade özgürlüğü olmak üzere, bireylerin sahip olduğu birçok temel hak ve özgürlüğü gasp eden ve daha önceden de faşist ve ırkçı tavırlarla ün yapmış olan Avusturya devleti, bir an önce bu ayıba son vermelidir. Bizler biliyoruz ki, bu, Avusturya devletinin ne ilk ne de son ayıbı olacak. Ve biliyoruz ki, bu ayıp sadece Avusturya devletine mahsus da değildir. Avusturya'daki devlet terörü, sadece bu alanda mücadele eden aktivistlerle sınırlı değil. Hukuka aykırı olarak yapılan bu tutuklamalar, Avusturya devletinin uygulamakta olduğu susturma ve yıldırma politikasının sadece bir sonucudur. Mağduriyetlerin, "toplumsal sorun" olarak tanımlanan konuların çözümü için çabalayan birçok aktivist ve devletçe mağdur edilen tüm gruplar da Avusturya devletince uygulanan şiddetin hedefi haline gelmiş durumdadır.


Bizler, bu coğrafyada taş attıkları gerekçesiyle yüzlerce yıl hapse mahkum edilen çocukların, politik görüşleri, etnik kökenleri ve cinsel yönelimleri/cinsiyet kimlikleri nedeniyle baskı, işkence ve devlet terörüne maruz kalanların, Avusturya'da hayvan hakları için mücadele edenlerle, Güney Amerika'da, Afrika'da ve yeryüzünün dört bir yanında ormanları, suları ve yaşamları için mücadele eden insanlarla aynı kaderi paylaştıklarını düşünüyoruz. Bu yüzden, bugün devletlerin terörüne karşı uluslarötesi (uluslararası veya anti-nasyonal) dayanışmamızı göstermek için buradayız. Bizler, canlıların özgürlüğü için mücadele eden insanları "terörist" olarak etiketleyerek cezai yaptırımlar uygulayan, hakların kullanılmasını kısıtlayan yasaları reddediyor ve Avusturya devletinin aylardır tutsak ettiği aktivistleri derhal serbest bırakmasını, aktivistlerin bu süreçteki her türlü zararını tazmin etmesini ve bu kişilerden özür dilemesini istiyoruz.


Aktivizm, bir suç değildir!

Hayvanlara da, Savunucularına da Özgürlük!


Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi & Yeryüzüne Özgürlük Derneği

http://www.facebook.com/pages/yeryuzune-ozgurluk-freedom-to-earth/101438803239864
http://www.haberler.com/video-haber/video.asp?id=2102005+
http://www.redhaber.com/www/haberdetay.asp?ID=189
http://www.shameonaustria.org/tr/


-----------------------------------------------------------------------------------------------


AN DIE PRESSE UND ÖFFENTLICHKEIT


Der österreichische Staat hat 2008 zehn TierschützeraktivistInnen verhaftet. Der Vorwurf war, sie wären wichtige Mitglieder einer kriminellen Organisation, die verantwortlich für Brandstiftungen, Blausäureanschläge und Bombendrohungen sind. Die AktivistInnen sind nach drei Monaten Untersuchungshaft freigelassen worden. Februar 2010 sind jedoch die zehn AktivistInnen plus drei von der Staatsanwalt wegen ausreichende Beweisführung wieder verhaftet worden.


Obwohl sie nur von ihrer Menschenrechte gebrauch gemacht hatten wurden sie als "TerroristInnen und als kriminelle Bande" abgestempelt. Die erfolgreichen AktivistInnen, dessen Tierschutzbewegung auch international anerkannt sind, wurden mitten in der Nacht durch Sondereinheiten "Soko" in ihren Wohnungen überrascht und die Schusswaffe an den Schläfen gehalten. Aus der Anklageschrift geht keine Hinweis auf kriminelle Handlungen hervor. Sie werden jedoch von der österreichischen Staat, die sich "faschistisch verhält", für 5 Jahre angeklagt. Sie übergehen damit die internationalen Abkommen und Verhandlungen. Dies wird von uns öffentlich angeprangert.


Seine schon bekannte "faschistische und rassistische" Haltung gegen Meinungsfreiheit und andere Grundrechte ist eine Schande. Dieser Schande ist nicht nur für den österreichischen Staat eigen und wird auch nicht das letzte Mal sein. Der Staatsterror betrift nicht nur die TierschützeraktivistInnen. Ungerechte Anklagen sind das Ergebnis der österreichischen Politik der Einschüchterung und das Schweigen. Benachteiligungen werden als gesellschaftliche Probleme definiert. Die AktivistInnen und viele geschädigte andere Gruppen werden durch den österreichischen Staat verfolg.


Bei uns, die hier in unsere Geografie lebenden, werden Kinder für Steine schmeissen für Jahrzehnte verurteilt. Menschen werden wegen ihre politische Ansichten, ihre ethnische Herkunft und ihre sexuelle Idendität unter Folter und staatlichen Terror ausgesetzt. Die österreichischen AktivistInnen die für die Tierrechte kämpfen oder die Menschen im Südamerika, in Afrika oder woanders auf der Welt ,die für den Natur -und Lebewesenschutz kämpfen, teilen den gleichen Schicksal.


Wir sind heute hier um gegen den Staatsterror internationale Solidarität zu zeigen. Wir protestieren, dass die Menschen, die für die Freiheit der Lebewesen kämpfen, als "TerroristInnen" abgestempelt und angeklagt werden. Wir lehnen die Gesetze ab, die die Menschen verhindern ihre Rechte auszuüben. Wir fordern den österreichischen Staat auf, die seit Monaten im Untersuchungshaft sitzenden AktivistInnen frei zu lassen, sie zu entschädigen und sich zu entschuldigen.


AktivistInn sein ist keine Strafhandlung!

Freiheit für Tiere und für ihre Kämpfer.


Freiheit für die Welt e.V. (Yeryüzüne Özgürlük Derneği) & Initiative für Tierbefreiung (Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi) / Istanbul - Türkei


VIDEO LINK: http://www.haberler.com/video-haber/video.asp?id=2102005+


PHOTO LINK: http://www.facebook.com/album.php?aid=645&id=101438803239864&ref=mf


turkish@shameonaustria.org / yeryuzuneozgurluk@gmail.com

http://www.shameonaustria.org/

http://www.vgt.at/projekte/index_en.php?themen_ID=31
http://www.oesterreichsschande.de/index.php


Turkey - Solidarity action for 13 imprisoned Austrian animal rights activists in Istanbul

İstanbul, Turkey (13.06.2010) - The members of Freedom to Earth Association and Animal Liberation Initiative came together in front of the Austrian Embassy to protest the arrests of 13 animal rights activists. 30 demonstrators put on animal masks, made animal voices and did not read their statement. The statement was instead handed out. The band Rythms of Resistance joined the demonstrators for support.

The activists carried a big banner saying "Shame on Austria. Freedom to animals and to their defenders. Freedom to the Earth"

Other banners read: "Activism is not a crime" , "Freedom to humans, animals and the earth" , "Stop the Austrian state terror" , "Freedom to all political prisoners" and "Freedom to the activists in Austria". The demonstrators marched on the street and effected a partial traffic blockage. As the demonstrators blocked the road, the police began to threat, telling they should walk on sidewalks or they would get arrested. Demonstrators refused the order and went on with the demostration and the music with the group Rythms of Resistance. Finally the demostration in front of the embassy was put to an end, and the group walked across the road as the police continued its threats. The demonstration came to an end in the park nearby. There were no arrest.

On 21 May 2008, special units of the Austrian police arrested 10 leading campaigners from the country's successful animal protection movement. The activists, among them a former research assistant at the University of Cambridge, were put on remand. The Ministry of the Interior boasted they had hunted down a criminal gang responsible for numerous cases of arson, gas attacks and bomb threats.

Freedom to Earth Association and Animal Liberation Initiative stated that this demonstration was a part of the international solidarity movement of animal rights activists and that they would continue to support the those arrested for defensing the Earth and its habitants, and their struggle against capitalism.


http://www.vgt.at/actionalert/repression/gefangene/index_en.php
http://www.vgt.at/actionalert/repression/petition/index_en.php
http://www.shameonaustria.org/en/

18 Haziran 2010 Cuma

İstanbul Belediyesi '3. Köprü'ye Yeşil Işık Yaktı

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinde, 3. Boğaz Köprüsü ve bağlantı yollarının 1/25.000 ölçekli alt plana işlenmesi oy çokluğuyla kabul edildi. Belediye önünde, 3. Boğaz Köprüsü yapımına karşı çıkan ve protesto gösterisinde bulunan grup, içeriye girmek isteyince polis müdahale etti.

İstanbul Meclis toplantısında söz alan AK Parti Grup Başkanı Ergün Turan, 1/25.000 ölçekli planın belediye meclisinde tartışılmasının tarihi bir dönem olduğunu söyledi. 3. köprü konusunda iki temel eleştiri olduğunu ifade eden Turan, "Birincisi, köprünün bu bölgedeki ormanlar ve su havzaları nedeniyle kentin kuzeyini baskı altına alacağı, ikincisi ise köprünün İstanbul ulaşımına bir katkısı olmayacağı. Bu iki eleştiriye de AK Parti olarak katılıyoruz. Herhangi bir planla orman ve havzaların imarlaşmasına karşıyız ancak İstanbul'da 3. yol bir ihtiyaç olarak ortadadır" diye konuştu.

Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç de 3. köprü konusunu akademisyenlerin tartışması ve siyasetin dışına çıkarılması gerektiğini belirtti. İstanbul gibi bir metropolde insan taşımak üzerine bir politika yapılmasının zorunlu olduğunu ifade eden Genç, "Bunu bilimsel verilere dayandıracak olanlar da akademisyenlerdir, uzmanlardır. Denizin üstü yerine, kendisini kullanarak projeler yapalım" dedi.

OY ÇOKLUĞUYLA KABUL EDİLDİ

CHP Grup Sözcüsü Gökhan Zeybek de İstanbul halkının yüzde 82'sinin toplu taşıma araçlarını kullandığını, binek otomobil sahiplerine yönelik politikalarla İstanbul'un ulaşım sorununun çözülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Çevre yolunun hayata geçirilmesiyle İstanbul'daki su havzalarının risk altına gireceğini ifade eden Zeybek, yanlış bir proje üzerinde konuşulduğunu ve bunun büyük bir suç olduğunu öne sürdü. Daha sonra yapılan oylamada, 3. Boğaz Köprüsü ve bağlantı yollarının 1/25.000 ölçekli alt plana işlenmesi, CHP ve MHP'li üyelerin ret oyuna karşılık oy çokluğuyla kabul edildi.

POLİS MÜDAHALE ETTİ

CHP İstanbul İl Başkanlığı görevini bu sabah devralan Berhan Şimşek, daha sonra da 3. köprü projesinin görüşüleceği Saraçhane’deki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne gitti. Şimşek, belediye binası önünde köprü protestosu için bekleyen grupların alkışları arasında binaya girdi. Burada CHP grubuyla biraraya gelen Şimşek, belediye meclis üyesi olmadığı için 3. köprünün de tartışılacağı meclis toplantısına giremedi.

"CHP OLARAK MAHKEMEYE GÖTÜRECEĞİZ "

Şimşek, köprü kararının İBB Meclisi'nden geçmesinin ardından konuyu mahkemeye götürüp götürmeyeceği soruları üzerine, "Biz hukukun üstünlüğüne inanan bir anlayışız. Tabii ki siyaseten parmak hesabıyla bu olursa, Mimarlar Odası ve diğer meslek odalarıyla birlikte CHP olarak konuyu mahkemeye götüreceğiz" dedi. Şimşek, Meclis'e girmek isteyenlerin içeri alınmamasıyla ilgili olarak ise "İçeri almaktan çekiniyorlar. Sizi oraya getiren ve sizi seçen halk değil mi? Neden kendi sorunlarını devleti aliyenin meclisinde dinlemesinler. Niçin sansürlüyorsunuz? Hani yasakları kaldıracaktınız?" diye sordu.

KALKANLARLA MÜDAHALE ETTİLER

Şimşek açıklamasının ardından tekrar belediye binasına girdi. Şimşek’in peşinden binaya doğru yönelen Türkiye Orman Mühendisleri Odası ve Köprü Yerine Yaşam Platformu üyesi yaklaşık 30 kişi ise polisin engeli ile karşılaştı. Belediye binası önünde bekleyen grup içeri girmek isteyince Çevik Kuvvet ekipleri ellerindeki kalkanlarla gruba müdahale etti. Bu sırada grup ile Çevik Kuvvet ekipleri arasında arbede yaşandı. Polis uzun uğraşlar sonunda grubu kapı önünden uzaklaştırdı. 3. köprü projesine karşı olan sivil toplum kuruluşları, oylama sonuna kadar belediye binası önünde bekleyişlerini sürdürdü.

Kaynak: Radikal

6 Haziran 2010 Pazar

Avusturya'daki tutuklu hayvan hakları aktivistleri için eylem


Avusturya'nın Siyasi Baskısını İfşa Ediyoruz!


Hiçbir somut delil olmamasına rağmen Avusturya'da halen tutuklu bulunan ve 5 yıl hapis cezası ile yargılanan hayvan hakları aktivistleriyle dayanışmak ve Avusturya devletinin bu tutumunu ve aktivistleri sindirmeye, susturmak için uygulamakta olduğu tüm müdahaleleri protesto etmek için 13 Haziran, Pazar günü, saat 14.00'da Yeniköy'deki Avusturya Konsolosluğu'nun önünde bir eylem gerçekleştireceğiz.


Avusturya devletinin hayvan hakları aktivistlerine yönelik bu tutumunu ve uygulamalarını bizlerle birlikte teşhir ve protesto etmek isteyen tüm bireyleri davet ediyoruz.


Yeryüzüne Özgürlük Derneği - Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi


İletişim: yeryuzuneozgurluk@gmail.com


Bilgi için:


Tüm dünyadan insan hakları aktivistleri şu an Avusturya'da meydana gelmekte olan siyasi baskıya karşı bir kampanya yürütmek için bir araya geldi. Hayvan koruma aktivistlerinin şu anda sürmekte olan siyasi davalarının arka planının 22 dilde ifşa edildiği “Shame on Austria” (Utan Avusturya) adında uluslararası bir site açıldı. Gelecek haftadan itibaren, 6 aylık dava süresince her hafta farklı bir ülkede (Türkiye de dahil olmak üzere) en azından bir protesto gösterisi düzenleneceği zincirleme bir kampanya başlıyor.


Kampanyanın Türkiye koordinatörü (Yeryüzüne Özgürlük Derneği – Freedom to Earth Association), “Tüm dünya Avusturya'da neler olduğunu öğrenmeli. Tüm dünya Avusturya'nın, siyasi aktivistlerin gösteri düzenlemek ya da konformist olmayan fikirler beyan etmek gibi aktivitelerden ötürü beş yıla kadar hapis cezasıyla karşı karşıya kaldıkları bir yer olduğunu öğrenmeli” diyor.


13 Nisan’da Madrid ile başlamak üzere, protesto gösterilerinden oluşan zincirleme kampanya her hafta farklı bir ülkede kendini gösterecek. Aktivistler, ana akım medyada yer almalarını garantileyecek kadar yaratıcı eylemler yapmayı planlıyor. “Avusturya'daki siyasi baskılara dair mesajı uluslararası kamuoyuna ulaştırmak için elimizden gelenin en iyisini yapacağız. Bu skandal yeterince uzun bir süre boyunca örtbas edildi.”


Aktivistler kampanyanın, Avusturya halkına karşı değil, yalnızca Avusturya devlet gücüne karşı olduğunun üzerinde duruyor. “Avusturya halkına saygı duyuyoruz ve onların büyük bir çoğunluğunun da demokrasi yanlısı olduğunu biliyoruz. Bu nedenle inanıyoruz ki kampanyamız onları uyandıracak ve hukukun egemenliğini Avusturya'ya geri getirmek için siyasi temsilcilerine baskıda bulunmalarını motive edecektir.”


E-mail: turkish@shameonaustria.org


Web: www.shameonaustria.org/tr - www.yeryuzuneozgurluk.blogspot.com